Emre Kongar'ın Resmi* İnternet Sitesi


Kitaplar

Green Bullet Makaleler

Green Bullet Articles in English

Sürekli Yazılar


 

TÜRKİYE'DE ARAŞTIRMA KÜLTÜRÜNÜ ENGELLEYEN ÖGELER VE BUNLARIN AŞILMA YOLLARI

 

TÜBİTAK-TTGV-TÜSİAD

1999 TEKNOLOJİ KONGRESİ

 

Prof. Dr. Emre Kongar

Yıldız Teknik Üniversitesi

 

 

11 Eylül 2000

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kültür Merkezi

 

I. GİRİŞ

Türkiye'de araştırma kültürünü engelleyen ögeler, hem tarihten gelen hem de günümüzdeki dar boğazlardan kaynaklanan çok yönlü bir yapı oluşturmaktadır.

Aslında bütün karmaşık toplumsal ve kültürel yapılarda olduğu gibi, Türkiye'de araştırma kültürünü engelleyen ögeler de, hem dış sistemlerle hem de kendi içlerinde birbirleri ile sürekli değişen ve karşılıklılık özelliği taşıyan bir etkileşim içindedirler.

Bu nedenle bu ögelerin tek tek soyutlanması ve etkilerinin ayrı ayrı ele alınması çok kolay bir süreç değildir.

Yine de bu bildiride böyle bir çabaya girişilecektir.

Ama daha işin en başında, bu soyutlama ve sınıflama çabasının, gerçeğin genel ve bütünsel görüntüsünü tam yansıtamayabileceğine dikkati çekmek isterim.

Bu nedenle, Türkiye'nin toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal olarak 2000'li yılların başında içinde bulunduğu "aşamayı" belirlemenin, bu engellerin "genel anlamdaki teşhisi" için gerekli olduğu düşüncesindeyim.

Bir başka deyişle, ayrı ayrı ele alındıklarında etkileri birbirinden soyutlanarak tek tek irdelenebilecek olan "araştırma kültürünü engelleyici ögelerin" tümünün, hem kaynaklandığı hem de birbirlerini pekiştirdiği temel sürecin, bildirimin daha başında iyice belirtilmesinin, bu konuda yapılacak olan tartışmaların genel çizgisinin sapmasını önlemek açısından çok önemli olduğu kanısındayım.

II. BİR GENEL TEŞHİS

Türkiye, hedeflediği "çağdaş uygarlık düzeyini" oluşturan ülkelerden çok önemli bir farklılık taşımaktadır:

Bugünkü çağdaş uygarlık düzeyini oluşturan ülkeler, tarım toplumlarının kendi içlerindeki evrimleşme ile endüstri toplumuna geçmiş ve bu evrimi bugüne dek sürdürerek, bugün "bilgi toplumu", "bilişim toplumu", "uzay toplumu" gibi sıfatlarla anılan yeni bir aşamaya ulaşmışlardır.

Bu evrimleşme süreci sırasına düşünce alanındaki aydınlanma devrimi ile ekonomik alandaki endüstrileşme devrimi birbirine koşut ve birbirini destekleyen bir etkileşim içine ortaya çıkmışlardır.

İnsaoğlunun çevreyi algılayış metodu, dinsel dogmatizmden, bilimsel pozitivizme dönüşürken, aynı zamanda, tarım teknolojisinden endüstri teknolojisine, kırsal kültürden, kentsel kültüre, toplumsal ağırlıklı kimlikten, bireysel vurgulu kimliğe, geleneğin egemenliğinden hukukun üstünlüğüne ve nihayet otoriter ve totaliler siyasal rejimlerden demokrasilere geçilmiştir.

Bir paragrafta çok kısaca özetlenen bu bütünsel değişme, aslında insanlık tarihinin en uzun ve en kanlı dönüşüm sürecini simgeler:

Haçlı seferleri ile başlayan ve Sovyetler Birliği'nin dağılması ile doruk noktasına erişen, endüstrileşme-demokratikleşme sürecinin kanlı ve uzun bir insanlık öyküsüdür bu.

İşte bu uzun ve kanlı oluşum içinde Osmanlı İmparatorluğu, iç ve dış ögelerin etkileriyle endüstrileşme sürecini ve onunla koşut olarak gelişen aydınlanma, kentleşme, bireyselleşme, hukuksallaşma ve demokratikleşme süreçlerini kaçırmıştır.

Bu geri kalma, ya da kaçırma olgusu sonunda, İmparatorluk, bu süreçlerde ilerleyen ve güçlenen ülkelerin denetimine girmiş ve böylece her türlü gelişme olanağını tümüyle yitirmiştir.

İşte tam bu noktada Türkiye Cumhuriyeti'ni bugün bir üyesi olmak için çabaladığı çağdaş ülkeler ailesinin öteki üyelerinden ayıran noktaya geliyoruz:

Türkiye Cumhuriyeti, doğal ve normal bir endüstrileşme süreci ile, bir din-tarım imparatorluğunun kendi iç evrimleşmesi ile değil, bu süreci kaçıran bir toplumun, kendisini denetleyen ileri ülkelere karşı verdiği bir Bağımsızlık Savaşı ile kurulmuştur.

Dolayısıyla, toplumun ve devletin temel nitelikleri, tarihsel süreç içinde doğal yoldan çağdaşlaşamadıkları için, Bağımsızlık Savaşı'nın kazanılması sonunda, "yukardan aşağı" düzenlenen ya da daha doğru bir deyişle "empoze edilen" bir biçimde çağdaşlaştırılmaya çalışılmıştır.

Bu işin, toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal zorlukları açıktır:

İnsanlığın en ileri toplumlarının yüzyıllar boyunca geçirdiği değişmelerin sonunda kazandıkları nitelikleri, bu değişimleri geçirmemiş bir toplumda yukardan aşağı kurmak ve işletmek, sosyolojik anlamda bir mucizedir.

İşte genç Türkiye Cumhuriyeti bu mucizeyi gerçekleştirmenin bedelini ödemektedir bugün.

Nedir ileri endüstri toplumlarının yüzyıllar süren kanlı ve zorlu savaşlarla gerçekleştirdikleri ve Türkiye'nin hâlâ yaşama geçirmeye çalıştığı devrimler?

Bunları alt alta sıraladığımız zaman, aslında ülkemizde araştırma kültürünü engelleyen ögelerin de genel anlamda bir teşhisini yapmış olacağız.

1) İleri ülkeler Aydınlanma Devrimi ile toplumsal düzeyde de, zihinsel alanda da dinsel dogmatizmin zincirlerini kırmış ve deneysel bilimin nimetlerinden yararlanmaya başlamışlardır.

Türkiye bugün hâlâ, ancak Orta Çağ'da görülen bir dinsel dogmatizmin pençesinde kıvranmaktadır.

En çok satan gazetelerde köşe yazarları din ile bilim ilişkisi üzerine yazdıkları makalelerde Said-i Nursi'nin risalelerini salık verebiliyorlar (Cüneyt Ülsever, Hürriyet, 6 Eylül 2000), en çok izlenen televizyon kanallarından filozof-şairlerimiz, "bir, insanın dışındaki gerçek vardır, bir de kalbindeki hakikat, işte Batılı, Doğu'lunun kalbindeki bu hakikati anlayamaz" diye fetvalar vermektedirler.

Bırakınız İmam eğitimi alanların, hukuk ve siyasal bilimler gibi eğitim alanlarına egemen olarak, Türkiye'nin hukuk ve yönetim düzenini dinsel dogmalara göre düzenleme çabalarını, en gözde yazar ve çizerlerimiz, "postmodernizm" adı altında, deneysel ve bilimsel düşünceye her türlü saldırıyı yapmaktadırlar.

2) İleri teknoloji ülkeleri, kırsal yaşamda egemen olan baskıcı cemaat aşamasından, bireyselliğin, temel hak ve özgürlüklerin değer kazandığı kentsel kültür aşamasına geçmişlerdir.

Türkiye hâlâ bir örnekliğin egemen olduğu "cemaat kültürü" aşamasında kaldığı için, her türlü yenilikçilik ve farklılık bastırılmakta, böylece kültürel anlamda yenilikçilik engellenmektedir.

Toplumsal baskı, sadece kültürel alandaki yenilikleri değil, bilimsel ve siyasal alandaki yenilikleri de engellemektedir.

3) İleri ülkelerde hukuk, geleneklerin yerini almıştır.

Türkiye ise hâlâ hukuğu bireye göre uygulama aşamasında, geleneklerin egemenliğinde yaşamaktadır.

Böylece yaşlıların, erkeklerin, tarım kültürünü temsil edenlerin ve siyasal anlamda kudretlilerin egemen olduğu hiyerarşi kanalları her türlü değişme ve gelişmeyi önlemektedir. (Bu bilidiride bu konuda yaşanmış olan bazı örnekler verilecektir).

4) İleri endüstri ülkeleri geçirdikleri evrimleşme süreci sonunda teknoloji üretir hale gelmişlerdir.

Türkiye bugün sadece kötü bir teknoloji ithalatçısıdır.

Ülkemiz bugün, bırakınız teknoloji üretmeyi, üretilmiş teknojileri bile alıp, doğru dürüst kullanamamaktadır.

Trafik kazalarının yoğunluğu bu konudaki en iyi örnektir.

Sonuç olarak, genel anlamda ülkemizde araştırma kültürünü engelleyen ögelerin "endüstrileşme sürecinin" ve bu sürece koşut olarak gerçekleşen öteki kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasal süreçlerin Türkiye'de "hazmedilerek" yaşanmamış olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

III. TÜRKİYE'DE ARAŞTIRMA KÜLTÜRÜNÜ ENGELLEYEN ÖGE GRUPLARI

Türkiye'de araştırma kültürünü engelleyen ögeler çok kabaca üç gruba ayrılabilir:

Birinci grupta tarihsel, dinsel-geleneksel ögeler yer alır.

İkinci grupta siyasal ve kültürel ögeleri görüyoruz.

Üçüncü grupta ekonomik-teknik ögeler vardır.

Şimdi bu grulara kısaca bir göz atalım:

1. Tarihsel, Dinsel-Geleneksel Ögeler

Bu grup içinde yer alan ögelerin başında geleneklere de kaynaklık eden "dinsel dogmatizm" ve "dinsel yapının kemikleşmesinden çıkarları olan grupların dirençleri" gelir.

Bu konuda klasik olarak kullanılan örnek, Osmanlı'ya matbaanın dinsel-geleneksel ögelerin dirençlerinden dolayı ikiyüzyıl geç girmesidir.

Ben bu bildiride biraz daha az bilinen ama çok daha dramatik olan iki başka örnek vererek, tarihsel, dinsel-geleneksel ögelerin etkisini vurgulamak istiyorum.

Birinci örnek: İstanbul Rasathanesi'nin topa tutularak yıkılması.

Bilindiği gibi İslam'da ibadet saatlerinin saptanması ve dini günlerin belirlenmesi, ciddi bir astronomi bilgisini gerektiriyordu.

Ayrıca, gelecekten haber veren "ilm-i nücm" yani "yıldızlar bilimi" sahibi "müneccimlerin" varlığı ve işlevleri, gökyüzünün incelenmesini önemli bir etkinlik alanı olarak belirlemişti.

Böylece Selçuklular'ın 1074'de kurdukları rasathane, 1260'da kurulan Maraga rasathanesi 14'üncü yüzyılın sonunda kurulan Tebriz rasathanesi, Uluğ Bey'in 1420'de Semerkant'ta kurduğu rasathane ve Osmanlıların kurmuş oldukları tek rasathane olan İstanbul rasathanesi, Türk-İslam bilim tarihinde önemli bir yere sahiptir.

İstanbul rasathanesi ünlü matematikçi ve alim Takiyüddin tarafından, Sultan III. Murad zamanında, Tophanede, bugünkü Fransız Konsolosluğu'nun bulunduğu arsada 1575'de inşa edilmiştir.

Takiyüddin, rahsathanede kullanılmak üzere şeçitli gözlem gereçleri de icad etmiştir.

Takiyüddin, rasathanede pek çok yeni gerecin yanında önemli de bir kütüphane oluşturmuştur.

İşte bu rasathane, Şeyhülislam Ahmed Şemsettin Efendi ve saray imamı Kürdizade'nin kışkırtmaları ile, Kaptan-ı Derya Kılıç Ali Paşa'ya verilen bir Padişah emri ile gemilerden top ateşine tutularak 1580 yılında yerle bir edilmiştir.

İkinci örnek: Deney yapılan Tıp Fakültesinin kapattırılması.

Dinsel-geleneksel dogmatizmin tarihten gelen karanlık etkilerine ikinci olarak vermek istediğim örnek, rasathanenin bombardıman edilerek yıktırılmasından yaklaşık üçyüz yıl sonra orta çıkan bir olaydır.

Tanzimat'ın ilanından sonra, medreselerin yetersizliğinin artık iyice anlaşılmasını takiben, ilk üniversite tıp, fizik, kimya gibi bilimlerin öğretilmesi için, Ocak 1863'te, Darülfünun-ı Osmani adıyla eğitime başladı.

Çemberlitaş'taki binasının yanması üzerine bir süre tatile giren ve yeniden 1870'de Sultan Mahmud Türbesi'nin yanındaki yeni binasında çalışmalara başlayan Darülfünun, 1871 yılında kapatıldı.

Yanyalı Hoca Tahsin Efendi'nin Rektör olduğu Darülfünun'da seçilmiş 450 öğrenci eğitim görüyordu. Cemaleddin Afgani gibi bilginlerin de ders verdiği Darülfünun derhal dinci-gelenekçi çevrelerin tepkisini çekmişti.

Yanyalı Hoca Tahsin Efendi'nin oksijenin canlılar için önemini anlatmak için bir güvercinin havasız bir fanus içinde öldüğünü gösteren deneyi ve Cemaleddin Afgani'nin derslerinde "Peygamberlik bir sanattır" demiş olması Darülfünun'un kapatılma nedenleri arasındaydı.

İşte bu iki örneğin de çok net olarak ortaya koyduğu "dinsel-geleneksel dogmatizm", toplumun kendi iç dinamiği ile aşılamamış, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının kazandığı Bağımsızlık Savaşı'ndan sonra kurulan Cumhuriyet'in devir aldığı toplumsal ve siyasal kültür ile birlikte günümüze dek çeşitli biçimlerde ve çeşitli alanlarda varlığını ve etkisini sürdürmüştür.

Tam bu noktada, artık "Türkiye'de araştırma kültürünü engelleyen siyasal ve kültürel ögeler" grubuna gelmiş bulunuyoruz.

2. Siyasal ve Kültürel Ögeler.

Türkiye'de siyaset, tek parti döneminde, toplumun dinsel-geleneksel bir tarım imparatorluğundan, endüstriyel ve kentsel demokratik bir ulus-devlete geçişi gerçekleştirmenin aracı olduğu için, daha çok "yukardan aşağı" bir düzenleme niteliği taşıyordu.

Bu düzenleme, her ne kadar dinsel dogmatizmin yerine bilimsel yaklaşımın, köylülüğe dayalı kölelik yerine kentliliğe dayalı vatandaşlığın geliştirilmesi amacına dönük idiyse de, bir "modernleşme projesinin" uygulamaya konulmuş olması, bu projeden sapmalar getireceği korkusuyla, yönetimin denetiminden uzak araştırmaların gelişmesine uygun olmayan bir ortam yaratmıştı.

Yine de bu dönemde yapılan 1933 Üniversite reformu, Türkiye'de araştırma kültürünün gelişmesine katkı sağlayan bir adım olarak düşünülebilir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası tüm dünyayı pençesine alan Soğuk Savaş, etkilerini Türkiye'de de hissettirir ve zaten araştırma kültürünü kendi iç dinamiği ile geliştirememiş olan siyasal ve toplumsal ortam, iyice bunaltıcı hale gelir.

İşte Batılı bir bilim ve eğitim anlayışı ile Dil ve Tarih-Coğrufya Fakültesinde oluşturulmaya çalışılan "araştırma ortamı", bu çerçevede, Soğuk Savaş'ın gereklerine kurban edilir.

Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif gibi sonradan dünya çapında üne kavuşacak bilim insanları tasfiye edilir.

1947 Dil ve Tarih-Coğrafya tasfiyesi, Türkiye'de Soğuk Savaş'la eş zamanlı biçimde gelişmekte olan "Çok Partili Demokrasi" döneminin de "araştırma kültürü" açısından pek umut verici olmayacağını haber vermektedir.

Nitekim 1950-1960 arası dönem, siyasal iktidarın özellikle üniversitelere dönük tutumu bakımından tam bir "bilim ve araştırma karşıtı tavır" çerçevesinde biçimlenmiştir.

Ne kadar hazindir ki, bu siyasal iktidarı deviren ve Türkiye'ye yüzyılın en çağdaş anayasası'nı armağan eden 27 Mayıs 1960 askeri hareketi, üç idam ile işlediği siyasal cinayete, 147'ler olayı ile bir de üniversite cinayetini eklemiş ve böylece çok partili düzene geçildiğinden beri Soğuk Savaş stratejisi çerçevesinde "araştırma ve bilim karşıtı" olarak gelişen bir siyasal tavrın pekiştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Yine de 1961 Anayasası'nın getirdiği özgürlük ortamı içinde özellikle toplumsal bilimlerde araştırmalar yeniden bir gelişme ve serpilme eğilimine girmiştir.

Ankara'da sosyal bilim araştırmacılarının biraraya gelmeleriyle Sosyal Bilimler Derneği kurulmuş ve bu derneğin başkanı olan Prof. Şerif Mardin'in eşgüdümünde İzmir kentinde yapılan çok disiplinli sosyal bilim araştırmaları bu dönemdeki araştırma kültürünün gelişmesine önemli katkılarda bulunmuştur.

Aynı sıralarda Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde Sosyal Bilimler Bölümü'nde Prof. Mübeccel Kıray'ın öncülüğündeki araştırma ve eğitim çalışmaları ve Hacettepe Üniversitesi'nde Prof. Nusret Fişek'in yönetimindeki Nüfus Etütleri Enstitüsü ekseninde ortaya çıkan etkinlikler 1960'lı yıllarda Türkiye'deki araştırma kültürünün gelişmesine büyük katkılarda bulunmuşlardır.

Hiç kuşkusuz bu gelişmelerin ortaya çıkmasında kamu kesimi örgütlenmesinin de büyük etkisi olmuştur. 1961 Anayasası ile kurulan Devlet Planlama Teşkilatı ve buradaki Sosyal Planlama Dairesi, Dr. Necat Erder'in başkanlığında, pek çok toplumsal araştırmaya, kamu kesimi adına imza atmış, ve ortamı "araştırma kültürü" açısından son derece olumlu bir biçimde etkilemiştir.

Bu dönemin, günümüze dek gelen çok önemli bir katkısı da TÜBİTAK'ın kuruluş olmuştur.

Üstelik, dönemin bütün olumlu gelişmeleri (DPT dahil) zaman içinde erozyona uğrarken, TÜBİTAK, Türkiye'nin en önemli araştırma kurumu olarak varlığını geliştirerek sürdürmüş ve bugün bu konuşmanın yapıldığı kongrenin düzenlendiği noktaya ulaşmıştır.

12 Mart 1971 askeri müdahalesi ile yukarda sayılan bütün bu olumlu gelişmeler TÜBİTAK hariç, tersine döner.

Araştırma merkezi çekirdekleri dağıtılır, insanlar başka başka yerlere gider ve toplumsal bilimlerdeki araştırma potansiyeli birden bire, yeniden sıfırlanır.

12 Eylül 1980 müdahalesi esas olarak bu oluşumu pekiştirir.

Üniversiteler yeniden bir tasfiyeye tabi tutulur ve görevden alınan yönetici ve araştırmacıların yerine, siyasal İslamcı ve milliyetçi eğilimli insanlar, araştırmacılıktaki yeteneklerine bakılmaksızın atanır.

1980-1990 döneminde ilginç bir başka gelişme yaşanır:

1980'li yılların ortalarında "araştırma kültürü" bambaşka bir alanda, bambaşka bir amaçla yeniden filizlenmeye başlar:

Doğrudan askeri yönetimden, askerlerin güdümündeki demokrasi dönemine geçen Türkiye'de "Kamuoyu araştırmaları" dönemi başlamıştır.

Toplum artık, "araştırmaların siyasal amaçlarla kullanıldığı ve tabii yozlaştırıldığı" ve para ettiği yeni bir döneme girmiştir.

Böylece, toplumsal bilim araştırmaları sıfırlanırken, kamuoyu araştırmaları yükselme dönemine girer.

Bu dönemde "kamuoyu araştırmaları" bir yandan karanlıkta kalan siyasal eğilimleri su yüzüne çıkartırken, öte yandan gerçekleri saptırmakta da kullanılır.

Bazı televizyon kanallarında ve gazetelerde "saptırılmış masa başı tahminleri", araştırma olarak yayımlanır ve sonunda bu yozlaşmanın boyutları o denli büyür ki, siyasal iktidar, bu tür araştırmaların seçim öncesinde yapılmalarını ve yayınlanmalarını yasaklayarak, bu dönemin sonuna da bir nokta koyar.

Fakat bu arada küreselleşme bağlamında gerek pazar araştırmaları gerek ilan ve reklam değerlendirmeleri için yapılan araştırmalar bir hayli gelişme kaydetmiştir.

1990'ların ortalarında siyasal iktidar, araştırma kültürü açısından çok önemli bir adım atmış ve zaten bu alanda çok önemli işlevler yerine getirmekte olan TÜBİTAK'ın yanında Türkiye Bilimler Akadamesini (TÜBA) kurmuştur.

Fakat aynı siyasal iktidar, TÜBİTAK'ın Sosyal Bilimlerdeki simetrik örgütlenmesi olan TESAK'ı (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Kurumu) reddetmiştir.

Bu olayı çok yakından biliyorum, çünkü ben bizzat (o zamanki Kültür Bakanlığı Müsteşarı sıfatımla) her iki tasarıyı da Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı düzeyinde izleyerek sonuca ulaştırmaya çalışmıştım.

Dönemin, Başbakanı Demirel, tam bu arada, Özal'ın ölümü üzerine Çankaya'ya çıkmıştı. TÜBA onaylanırken, TESAK gözardı ediliyordu, oysa iki tasarı da makama eş zamanlı olarak sunulmuştu.

Ben TESAK konsuundaki ısrarlarımı sürdürünce, en üst düzedeki bir bürokrat taraından "Hocam sen bu işin ucunu bırak, olmayacak duaya amin diyorsun" diye açıkça uyarıldım.

Böylece politikacıların sosyal bilim araştırmalarına karşı olan geleneksel olumsuz tutumu, bir kez daha egemen oluyor ve önemli bir devlet örgütlenmesinin önü kesiliyordu.

1990'ların sonuna doğru gerek endüstrileşmenin belli bir ivme kazanması, gerekse sivil toplum örgütlerinin gelişmesi sonunda, TÜSİAD, İSO, İTO, ATO, ASO, gibi kuruluşlar, işçi sendikaları ve konfederasyonları bünyelerinde oluşturulan araştırma birimleri yeniden bir "araştırma kültürünün" filizlenmesine yol açacak etkinliklerde bulunmaya, araştırmaları desteklemeye başlamışlardır.

Sonuç olarak "araştırma kültürünü engelleyen ögeler" siyasal ve kültürel alanda şöyle özetlenebilir:

1) Türkiye'de tek parti döneminde, toplumsal bir modernizasyon projesi yukardan aşağı uygulamaya konulduğundan bağımsız ve bilimsel araştırmacılık çok desteklenmemiştir.

2) Çok partili düzene geçiş, Soğuk Savaş dönemi ile çakıştığından, "komünizmle savaş" ideolojisi, 1960'lı yıllara kadar her türlü bilimsel ve bağımsız araştırma çabasını engellemiştir.

3) Ne yazık ki, 1960 müdahalesi dahil, her askeri müdahale, bağımsız ve bilimsel araştırma çabalarını engellemiş, üniversitelerde büyük ölçüde baskı ve tasfiye uygulamıştır.

4) Sonuç olarak gerek asker gerekse sivil bütün yöneticilerde ve politikacılarda "araştırma kültürüne karşı olumsuz bir tavır gözlenmektedir".

5) 1961 Anayası ile getirilen yeni bir atmosferde gelişmekte olan yeni bir "araştırma ortamı" 1971 ve 1980 darbeleriyle tümüyle sıfırlanmıştır.

6) "Araştırma kültürünün gelişmesinde birinci derecede sorumlu olan üinversiteler" hemen hemen her on yılda bir sivil ve asker iktidarlar tarafından adeta tokatlanarak, ve ezilerek yerle bir edilmişlerdir.

7) Ne yazık ki, bugün de üniversitelerimiz hâlâ 12 Eylül 1980 yönetiminin ölümcül darbesinden sıyrılabilmiş değillerdir.

8) 1961 Anayası ile ciddi bir araştırma kurumu olarak örgütlenmiş bulunan Devlet Planlama Teşkilatı da, 1970'lerden itibaren bu işlevinden uzaklaştırılmıştır.

9) Türkiye'de tek ciddi araştırma kurumu olarak TÜBİTAK vardır. Sadece bu kurum, "araştırma kültürünün" gelişmesi için TÜBA ile birlikte anlamlı bir etkinlik içinde görülmektedir.

10) Kamuoyu araştırmaları konusundaki yozlaşma, özellikle de medyanın bu konudaki istismar edici yaklaşımı, halkın da "araştırma kültürü açısından" olumsuz koşullanmasına yol açmıştır.

11) 1990'lı yıllarda sivil toplum örgütlerinin gelişmesi, örneğin, Prof. Yılmaz Esmer ve arkadaşlarının 1991'e TÜSİAD'ın desteğiyle yaptıkları ve 1997'de TESEV'in desteğiyle tekrarladıkları "Türk Halkının Değerleri" araştırması gibi çalışmaları ortaya koyarak, "araştırma kültürünün gelişmesine" önemli katkılar sağlamıştır.

12) Bu arada Devlet İstatistik Enstitüsü'nün, zaman içinde veri derleme ve yayımlama açısından önmeli bir işlevi sürekli olarak yerine getirdiğini ve işlevini önemli ölçüde yitirmiş olsa da, Devlet Planlama Teşkilatı ile birlikte bir "araştırma kurumu" kimliğini sürdürdüğünü belirtmek gerekir.

Bu özetten de anlaşılacağı gibi, bugün Türkiye'de "araştırma kültürü" hem kurumlar, hem fonlar açısından son derece geri bir noktadadır.

Bu durum bizi, araştırma kültürürün önündeki engeller açısından ekonomik ve teknik engeller grubuna götürür.

3. Ekonomik ve Teknik Ögeler.

Türkiye bugün, yılda 200 milyar dolar dolayında bir ulusal gelire ve 3.000 dolar düzeyinde birey başına yıllık ortalama gelire sahip, "gelişmekte olan" bir ülkedir.

Yukarda aktarılan tarihsel ve siyasal-kültürel ögelerden dolayı bu gelirden araştırmaya ayrılan fonlar sıfıra yakındır.

Hedef olarak hem ulusal gelirin arttırılması, hem birey başına düşen gelirin yükseltilmesi hem de artan bu gelirden araştırmaya yeterli fonların ayırlması gerekmektedir.

Makro düzeyde ekonomik kalkınma atılımına bağlı olan böyle bir modelin kısa zamanda gerçekleşemeyeceği açıktır.

Ama yine de araştırmaya ayrılan fonların arttırılması, siyasal iktidarın kararlarına bağlı olarak, daha gerçekleştirilebilir bir yakın hedef olarak belirlenebilir.

Fakat tam bu noktada, en önemli araştırma kurumları olan üniversitelerin durumu bir engel olarak ortaya çıkmaktadır.

Üniversitelerimiz henüz 12 Eylül darbesinin tahribatından kurtulamamışlardır.

Bu nedenle, hiç zaman yitirmeden, üniversitelerin her türlü ideolojik saldırıdan ve işgalden kurtarılması ve asli görevleri olan araştırmaya yönlendirilmesi gerekmektedir.

Ayrıca üniversite dışındaki araştırma kurumlarının çoğaltılması ve etkinleştirilmesi gerekmektedir.

Tam bu noktada, "araştırma kültürürün gelişmesini engelleyen ögelerin ortadan kaldırılması" konusuna gelmiş bulunuyoruz.

IV. TÜRKİYE'DE ARAŞTIRMA KÜLTÜRÜNÜ ENGELLEYEN ÖGELER NASIL ORTADAN KALDIRILABİLİR?

Yirminci yüzyıla damgasını vuran süreçler, endüstrileşme, kentleşme ve demokratikleşmedir.

Türkiye bu her üç süreçte de geri kalmışlığını telafi etmek zorundadır.

Türkiye Cumhuriyeti ancak "demokratik ve laik, sosyal bir hukuk devleti" olarak bu üç süreçteki geri kalmışlığını telafi ederek, yirmibirinci yüzyılın, "bilişim toplumu", "bilgi toplumu" veya "uzay toplumu" denilen aşamasına ulaşabilir.

Bu çerçevede buraya dek özetlenen düşüncelerin ışığında şu ivedi önlemlerin alınması gerekmektedir:

1) Üniversitelerimiz, araştırma ekseninde yeniden örgütlenmeli, ideolojik kaygılardan arındırılmalıdır.

2) Gerek deletin gerekse vakıfların "gecekondu üniversite" kurmaları önlenmelidir.

3) Gerek devletin, gerekse vakıfların sahip olduğu ciddi üniversitelere yeterli araştırma fonları sağlanmalıdır.

4) TÜBİTAK'ın fonları arttırılmalıdır.

5) TÜBİTAK'a koşut bir TESAK mutlaka kurulmalıdır.

6) TÜBA, fonlar açısından desteklenmelidir.

7) DİE ve DPT, yeniden araşıtrma atılımına sahip kurumlar haline getirilmelidir.

8) İşçi sendikaları ve konfederasyonları ile TÜSİAD, İTO, ATO, İSO, ASO gibi kuruluşlar araştırma fonları ve projeleri açısından özendirilmeli ve desteklenmelidir.

9) Özel teşebbüs, aynen yatırım teşvikleri gibi araştırma teşviklerinden yararlandırılmalıdır.

10) Bütün bu hedefler için, siyasal karar mekanizmalarını etkileyecek her türlü kanal kullanılmalı özellikle medyadan yararlanılmalıdır.

11) Bütün bu hedeflerin altında ilk ve orta öğretim ile yüksek öğrenim programlarının yattığı hiç bir zaman unutulmamalı, Türkiye'deki Milli Eğitim Faciası, "araştırma kültürünü geliştirecek bir modele göre" düzeltilmelidir.

V. SONUÇ

Bir ülkenin "araştırma kültürü" o ülkenin tüm kaynaklarının, tarihinin, geleneklerinin, eğitiminin, genel kültürünün, resmi ve gayri resmi örgütlenmesinin bir sonucudur.

Bu açıdan "araştırma kültürünü engelleyen ögelerin ortadan kaldırılması" ancak "topyekun bir ulusal seferberliğin sonucu olarak" algılanabilir.

Bu anlamda, önümüzdeki kaçınılmaz hedef, "çağdaş uygarlığın yakalanması"dır.

Türkiye Cumhuriyeti, yirminci yüzyılın en büyük kültürel devrimini gerçekleştirmiş, siyasal ve toplumsal anlamda mucizevi bir başarının altına imza atmış bir toplumdur.

Bugün ivmesini yitirmiş ve bir platoya erişmiş görünen bu mucizevi dönüşümün, geçmişteki aynı atılım gücü ile yeniden uygulamaya konulması, Soğuk Savaş'ın bittiği ve insanlığın önünde yepyeni ufukların açıldığı şu günlerde, yani yirmibirinci yüzyılın eşiğinde bütün olanaksızlıklara karşın yine de başarılabilir bir hedeftir.

Ben Türkiye'nin beyin gücünün bunu gerçekletirebilecek birikime sahip olduğuna inanıyorum.


  Bu siteden yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlak kurallarına uygun olacaktır.

Emre Kongar ile iletişim icin e-posta, site yöneticisi ile iletişim için e-posta

Son güncelleme tarihi 22 Nisan 2024

Valid HTML 4.01 Transitional