Emre Kongar'ın Resmi* İnternet Sitesi


Kitaplar

Green Bullet Makaleler

Green Bullet Articles in English

Sürekli Yazılar


 

26 Mayıs 2014

Nuri Bilge Ceylan'ın Büyük Başarısı.

Nuri Bilge Ceylan, bu toplumun bütün sınırlama ve kısıtlamalarına karşın, bireysel yetenekleri ve çabasıyla uluslararı başarı yakalayan bilim ve sanat insanlarımızın en önde gidenlerinden biridir.

Sinema gibi sadece siyasal ve ideolojik baskıların değil, aynı zamanda teknolojik ve mali yetersizliklerin de egemen olduğu bir alanda Altın Palmiye ödülünü almak onun bu başarı çizgisindeki sadece tek bir kilometre taşadır, arkasında başka başarılar önünda başka zaferler vardır.

Ödülü alırken sadece sanatını değil, hayatı bakışını da özetleyerek, şöyle diyor:

"Bu ödülü geçen yıl hayatını kaybeden Türkiye'nin genç insanlarına adıyorum. Bu ödülü hayatını kaybedenler de dahil olmak üzere Türkiye'nin tüm genç insanlarına adıyorum."

(Bir de küçük not: Bir takım medya organlarının haberlerinde "Soma" da geçiyor, konuşmada böyle bir sözcük yok. Sadece ödül törenine, üzerinde "Soma" yazılı küçük pankartlarla çıkmışlar.)

Daha sonra düzenlenen basın toplantısında da bu tutumunu iyice açıklığa kavuşturuyor:

'Gençler bize çok şey öğretti'

"Ödülü gençlere adadık. Özellikle de hayatını kaybedenlere. Çok sorunlu bir yıl geçirdik. Bu gençler bize çok şey öğretti. Bazıları hayatını bizim geleceğimiz için feda etti".

Filmi hakkında konuşurken sanata ve hayata bakışını da özetliyor ve kendisine karşı acımasız olduğunu vurguluyor: Bir sanatçı için vazgeçilmez bir özellik!

"Senaryoyu kazarken ticari kaygılarım yoktu ve filmin ne kadar süreceğini düşünmedim. Bitirdiğimizde uzunluğunun 'Bir Zamanlar Anadolu'da'nın iki katı olduğunu fark ettim, yine de olduğu gibi çektik...

Kendime karşı çok zalimim. Ben motivasyonumu insan doğasında buluyorum sinema yaparken. Kendi ruhumun karanlığıyla uğraşırken insan doğasını da incelemiş oluyorum."

* * *

Nuri Bilge Ceylan bu toprakların yetiştirdiği ender değerlerden biri...

Düşünürlüğü ve sanatçılığı birleştirmiş bir kişilik...

Zaten felsefe olmadan sanat, sanat olmadan felsefe eksik kalmaz mı!

20 Mayıs'ta Cansu Çamlıbel ile yapılmış çok önemli bir röportajı yayınlandı Hürriyet'te....

Orada belirttiği düşüncelerinden (Çamlıbel'in izniyle) yaptığım aşağıdaki seçmeler, ciddi bir sanat ve düşünce insanı ile karşı karşıya olduğumuzu bir kez daha vurguluyor...

* * *

Örneğin toplumumuz için yaptığı şu genel gözlem pek çok sosyoloji ve psikoloji kitabının yüzlerce sayfalık bilgilerine bedel:

"İnsanların davranışlarının temelinde çözülmesi zor kompleks dürtülerden ziyade, nedeni belli, daha kolay anlaşılabilir dürtüler var.

Bir de özellikle bizim kültürde insanlar kendilerini kandırmaya biraz fazla meyilli.

Kimse suçu üstlenmiyor. Twitter bile başkalarını suçlamanın bir arenası haline geldi gitti. Başkalarının hatalarını, yanlışlarını yakalayıp deşifre ettikleri bir yer. Bu meziyet değil.

Kimse bir şey üstlenmiyor. Asıl ihtiyacımız olan sorumluluğu üstlenecek birileri."

* * *

Aydınlarımız hakkında söyledikleri de, genellemelerden kaçındığı ama kendilerine bakışlarını özetlediği için son derece doğru ve çarpıcı:

"Türk aydını dediğimiz şeyin tümüyle genellenebilecek homojen bir yapısı olduğunu da söyleyemem.

Ama yakın çevremde sık rastladığım ve filme de bir şekilde girmeyi başarmış özelliklerden bazıları olarak söyleyecek olursam, başkaları hakkında epey gelişmiş sezgileri ve bilgileri olmasına rağmen, kendilerini tanımak konusunda şaşırtıcı derecede kara cahil oluşlarını, bıçak kemiğe dayandığında kendini kandırma yeteneklerinin son derece gelişmiş ve kıvrak olduğunu, yaptıkları hemen her şeyi bir takım erdemlerle süsleme eğilimlerini söyleyebilirim.

Vicdan, ahlak gibi temel kavramları çok fazla kullanmaları ve bunu sürekli kendilerini temize çıkartmak için yapmaları.

Kendini korumak için harcanan enerjinin yarısı kendini tanımak ve gerektiğinde gerçekle yüzleşmek için harcansa aslında çok daha büyük yüklerden kurtulunacak."

* * *

İnsan doğası ve toplum ilişkileri için, insanın zayıflığına, bu zayfılığı bir sorun gören kültüre ve ideolojilerin, politikanın bu zayıflıkları kamufle özelliğine değinerek şöyle diyor:

"İnsan tabii ki son derece zayıf bir yaratık. Ama bunda sorun yok.

Sorun bu zayıflığı bir suçmuş gibi algılatıp, içinde yaşayan herkesin hayatını bunları gizleme refleksleriyle donatmış olan bir kültürün içinde yaşıyor olmakta.

İnsanları bir araya getirmeyi sağlayan nedenler genellikle bir ideoloji, bir eylem ya da bir inanç gibi dışsal nedenler olduğu için, içte yakalanan gerçeklikler hayata geçecek derinleşecek ya da kişiyi dönüştürecek bir kıvama ulaşamıyor."

* * *

İnsan doğasındaki zayıflıkları reddeden, tevazu gibi bir değeri yok, hatta eksiklik sayan bir toplumun ilkelliği bundan güzel tanımlanabilir mi?

"Bizim halk zayıflığı sevmiyor. Zayıflığın ne şekilde olursa olsun sergilenmesini bir erdem olarak görebilecek bir gelenek yok. Biraz da bu nedenle Erdoğan bu kadar oy alıyor.

Mütevazılık falan hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz.

Kültürün bütün elemanları insanları şişinmeye, öğünmeye, defolarını gizlemeye itiyor. Bu da çok ağır bir yük taşımamıza neden oluyor. Gizlenecek şeyler devamlı birikiyor.

İtiraf kültürü gelişse, bunları söylediğimiz zaman takdir görebileceğimizi düşünsek bunları açığa çıkaracağız. Yükten kurtulacağız. O zaman politikacı da özür dilemek için adeta fırsat kollayacak belki. Takdir göreceğini düşünecek. Ama bugün düşünmüyor, çünkü özür dilediği anda işini bitirecekler."

* * *

"Sanat sanat için midir, toplum için midir" gibi yüzyıllardır kullanılan bir münazara konusunda, bir sanatçının, gerçek bir sanatçının görüşleri olarak sanatın toplumsal ve siyasal işlevini de çok iyi belirtiyor:

"Sanatçının varsa bir görevi bu, bir gazeteci gibi sosyal meselelere dikkat çekmeye çalışmaktan çok (ki bu ülkemizde birçokları tarafından sanatçının asli görevi olarak düşünülüyor), yaşadığı kültürün içinde eksikliğini duyduğu bir takım temel insani dürtülere işlerlik kazandıracak bir manevi iklim oluşturmasıdır.

İtirafı bir üst değer haline getirmeye çalışması, gizlemek ve bir suç olarak saklamak zorunda hissettiğimiz duygularımızla yüzleşmemize neden olması ve bizim ülkemiz için en önemlilerinden biri olarak belki, utanma eşiğimizi düşürmeye çalışması gerekir.

Yani bunları sanatın görevi olarak söylemeyeyim de, böyle yapması dikkat çekmek için filme çekilmesi istenen sosyal problemlere daha çok yarar sağlar anlamında bunu söylüyorum.

Yani bir şekilde belli bir ihmal ya da sorumsuzluk karşısında istifa eden bir bakanı ödüllendirecek ya da etmeyeni utandıracak bir mekanizma oluşturamazsak bu meseleler bitmez.

Kültürün içine insanların ruhlarına sızabilecek yeni değer yargıları enjekte edebilecek en önemli araçlardan biri de sanattır bugün. Sinemadır, edebiyattır, tiyatrodur."

* * *

Her gerçek sanatçı gibi, özgürlüğüne düşkün: Sanat üzerindeki toplumsal ve siyasal yönlendirme çabalarına, "mahalle baskılarına" karşı çıkıyor:

"Özellikle azınlık denebilecek bir gruba aitseniz, sizden bu daha da fazla beklenmeye başlıyor.

Sözgelimi Atom Egoyan'ın Ermeni sorunu üzerine, Spielberg'in Yahudi soykırımı üzerine bir film yapması bekleniyor. Ya da kadın yönetmen iseniz kadın sorunlarını merkeze alan bir film ya da Kürt kökenli iseniz o konuda bir film yapmanız bekleniyor gibi.

Peki ama ya sanatçı kendisi için hayati olanın bu olduğunu hissetmiyorsa?

Biraz Hamlet vari bir problem tabii.

Bireyin kendisinden beklenen ile kendi içinde yakaladığı başat dürtüler arasında sıkışıp kalması.

Bana kalırsa sanatçının asıl sahip olması gereken şey özgürlüktür. Çünkü özgürlük onun en iyi eserini ortaya çıkarabilmesini sağlar.

İyi eser, onu en çok zorlayan meseleler üzerine çalıştığında ortaya çıkabilir. Çünkü ancak o zaman kanının son damlasına kadar tüm yeteneğini ortaya dökmek zorunda kalır.

Çünkü bu işin iyisi, ısmarlamayla olmuyor."

* * *

Her sanat yapıtı, onu üreten ile onu seyreden, dinleyen, okuyan, yani kullanan ile birlikte sonsuz sentezlere açıktır.

Bu gerçeği Nuri Bilge Ceylan çok iyi yakalamış:

"Bu galiba biraz da seyreden insanın boşlukları nasıl doldurduğuyla ilgili bir şey.

Ama ben bir filmi kurarken şu politik olay ya da şu sosyal mesele için bir şey yapayım diye düşündüğümü söyleyemem.

Hatta daha da ileri giderek söyleyecek olursam, ben yaptığım filmin tam olarak ne üzerine olduğunun bile fazla anlaşılmasını istemem.

Karmaşık, iç içe, bir konuyu açıklığa kavuşturmaktan çok, meseleyi tersine daha da bulandırmayı seven biriyim.

Varsa bile böyle bir şey, bunun dokuz kat zar altına saklanmasını tercih ederim.

Ancak filmlerimde tabii ki sosyal bir fon, siyasi diye nitelenebilecek benzetmeler ya da metaforlar olabilir. Bunlar genelde filmi yeterince gerçekçi kılabilmek için oluşturulması gerekli arka planlar.

Ben kendimin de anlamakta zorlandığım, kendisini üzerime dayatan, benim için biraz anlamlandırması zor, muğlak bir yapısı olan meseleler üzerine film yaptığımı sanıyorum."

* * *

Günümüzün, medya tarafından da pompalanan, en önemli toplumsal hastalıklarından biri "etiketlenmedir".

Elbette "etiketlenmenin" gerisinde, "belli bir mahallenin insanı" olarak yaşama dürtüsü ve gerçeği de yatıyor.

Ceylan bundan da özellikle kaçınıyor, çünkü bunun özgürlüğüne zarar vereceğini, özgünlüğünü bozacağını düşünüyor:

"Sürekli bir takım grupların, ideolojilerin içinde bir sürüyle birlikte korunaklı bir şekilde yaşamanın insan özgürlüğüyle bağdaşmadığını düşünüyorum belki.

Bilemiyorum. Bünyemde bu tarz bir varoluşu kararlılıkla reddeden ne olduğunu tam olarak bilmediğim bir şey var.

Belki de Çehov ve Sait Faik'i bu kadar seviyor olmamın nedeni, onlarda da sanki benzer bir ruh hali olduğunu hissediyor oluşum bile olabilir. Elbette uğruna savaşacak idealler, insanları bir araya getirecek düşünceler olmasın demiyorum."

* * *

Bir bilim insanında, bir sanatçıda olması gereken "eleştiri gereksinmesi" onun da esas ihtiyaçlarından biri.

Çok değerli bir fotoğraf sanatçısı olan eşi Ebru Ceylan'la da, kişiliğine uygun özgür ve eşit bir ilişkisi olduğunu anlıyoruz:

"Kendi başınıza bulduğunuz fikirler, çoğu zaman, başlangıçta bir süre gururla ve gözüpeklikle bir sazan önden ilerlese de, bir karşı çıkan olmadıkça gerçek bir sınavdan geçmiyor.

Ebru dışında birileriyle senaryo çalışmaya kalktığımda genellikle şöyle bir sorun çıkıyor: Sinema dünyası içindeki tecrübem ve belki biraz da kimliğim yüzünden, söylediğim şeyler bir kanun gibi doğru kabul ediliyor ve yeterince sorgulanmadan kabul ediliveriyor.

Ama Ebru, hem inatçı kişiliği, tabii biraz da aramızdaki hukuk yüzünden, fikirlerini sonuna kadar savunmakta en ufak bir tereddüt bile göstermiyor.

Böyle acımasız bir tartışma ortamında, akla gelen her fikir ciddi sınavlardan geçiyor ve giderek derinleşme şansı buluyor. Biz bir sahneyi bir fikir ayrılığı yüzünden tartışmaya bir başlarsak, genellikle sabahı bulur gideriz. Ama o sahne için söylenebilecek her şey de söylenmiş olur sanki.

'Kış Uykusu'da, 'Bir Zamanlar Anadolu'da' da ve 'Üç Maymun' filminin en önemli fikirleri de, hep sabaha kadar süren bu uzun, sert tartışmaların ürünü olmuştur.

* * *

Cumhuriyet'te Arda Ulaş Demircan imzalı haberde de, filmin tanıtımı için yapılan basın toplantısında şunları söyleyerek hemen hemen yukardaki görüşlerini özetlediğini anlıyoruz:

"Hayatta insan her yerde aynıdır. Yaşamla ilgili ikircikli filmleri seviyorum, her şeyi çözüme ulaştıran değil, muhtelif duyguları gösteren, ucunu açık bırakan filmler bana göredir".

"Filmlerime özel olarak umut koymayı sevmiyorum. Hayatta ne kadar varsa filmlerde de o kadar umut olmalı. Filmlerimde karamsar olma hakkımı kullanıyorum"

* * *

Bir bilim insanının, bir sanatçının yetenekleri, dehası, günlük yaşam içinde, oturmasından, kalkmasından anlaşılmaz...

Yapıtlarından anlaşılır!

Yetenekler yapıtlarda ışıldar, tarihe mal olur...

Nuri Bilge Ceylan'ın kişiliğinde böyle bir oluşumun kıvılcımlarını görüyorum.


  Bu siteden yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlak kurallarına uygun olacaktır.

Emre Kongar ile iletişim icin e-posta, site yöneticisi ile iletişim için e-posta

Son güncelleme tarihi 15 Nisan 2024

Valid HTML 4.01 Transitional