Emre Kongar'ın Resmi* İnternet Sitesi


Kitaplar

Green Bullet Makaleler

Green Bullet Articles in English

Sürekli Yazılar


 

Açılış Konferansı, Sosyal Hizmet Sempozyumu,
Hacettepe Üniversitesi Beytepe Yerleskesi
Ankara, 15 Aralik 2011

Sunucu: Açılış konferansımızın bu bölümünde Prof. Dr. Emre Kongar'ı dinleyeceğiz. Ama öncesinde Sayın hocamızın özgeçmişiyle başlıyoruz.

Prof. Dr. Emre KONGAR 13 Ekim 1941 tarihinde İstanbul'da doğmuştur. İlk, orta ve lise eğitimini Şişli Terakki Lisesinde tamamlamış, 1963 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü'nü bitirmiştir. 1964 yılında Birleşmiş Milletler bursu ile Sosyal Bilimler eğitimi için Amerika Birleşik Devletleri'ne gitmiştir. 1966 yılında Michigan Üniversitesi Sosyal Çalışma Yüksekokulu'ndan master ünvanı ile mezun olmuştur. Aynı yıl Türkiye'ye dönerek Hacettepe Üniversitesi'nde öğretim görevliliğine başlamıştır. 1968 yılında Hacettepe Üniversitesi bünyesinde Sosyal Çalışma Yüksekokulu'nu kurmuş ve buraya müdür olarak atanmıştır. 1969 yılında sosyal bilimler alanında " İzmir'de Kentsel Aile" adlı tezi ile doktora ünvanı kazanmış, 1976 yılında ise "Toplumsal Değişme Kuramları" konusundaki tezi ile üniversite doçenti olmuştur. Aynı yıl Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bölümü'ne doçent olarak atanmış ve Bölüm Başkanlığı'na seçilmiştir. 1978 yılında bölüm başkanlığından ayrılmıştır. 1981 yılında "Atatürk ve Devrim Kuramları" adlı takdim tezi ile Hacettepe Üniversitesi Senatosunca Profesörlüğe yükseltilmiştir. 1983 yılına kadar Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bölümü ile Ekonomi Bölümünde öğretim üyeliğini sürdürmüştür. 1983 yılında askeri rejimin üniversite konusundaki uygulamalarını protesto etmek için, üniversiteden istifa etmiştir. 1996 yılında Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümüne Profesör olarak geri dönmüştür. 1997 yılında ise Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi öğretim üyeliğine atanmıştır. 1997-2000 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde hocalık yapmıştır. 2001 yılında Cumhuriyet Gazetesi Yayın Kurulu danışmanı olmuştur. Halen Yıldız Teknik Üniversitesi'nde öğretim üyesi ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi'nde fahri olarak hocalık yapmaktadır. Sosyal bilimler ve kültür alanında otuzdan fazla kitabı, bilimsel ve deneme türünde yüzü aşkın makalesi vardır. "Türkiye'nin Toplumsal Yapısı" adlı kitabı ile 1977 yılında Türk Dil Kurumu Bilim Ödülünü, "Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği" adlı kitabı ile Sedat Simavi Vakfı Sosyal Bilim Ödülünü "21. Yüzyılda Türkiye" adlı kitabı ile 1999 Aydın Doğan Sosyal ve Beşeri Bilimler Ödülünü kazanmıştır.

Sunucu: Buyursunlar Hocam.

Emre Kongar: Şimdi arkadaşlar aramızda çok önemli bir fark var. Çok önemli bir fark. Ben sizden en azından bir adım ilerideyim.

Şöyle bir fark var. Siz yaşam öykümü izlerken, ben de şaşırdım. Amma yaşlanmışım.

Orada anlatılmayan da bir sürü şey var. Orada Hürriyet Gazetesi var, Müsteşarlık var, KAMAR araştırma kurumu var. Var oğlu var. Ama başarısızlıklarım yok.

Sonuç olarak siz benim bulunduğum yaşta ve benim bulunduğum deneyimde değilsiniz. Gelmediniz bilmiyorsunuz. Ama ben sizin bulunduğunuz yaşta sizin bulunduğunuz sıralarda bulundum ve şu anda kendimi sizin yerinize çok rahat koyabiliyorum.

Bu ne demek? Bu şu demek? Kendimi aslında sizlerin gözüyle de görebiliyorum. Bu önemli bir özelliktir. İnsanın kendini bir adım geri çekilip başkalarının özellikle de kendisinden farklı olan insanların, farklı düşünenlerin gözüyle görebilmesi gereklidir.

Hepinize tavsiye ederim. Yani "Acaba dışarıdan nasıl görünüyorum?", "ne düşünülür benim hakkımda?" falan diye arada böyle bir iki adım geri çekilip yaptıklarınıza, ettiklerinize, yazdıklarınıza, yaşamınıza yani anneniz, babanız, arkadaşınız, hocalarınız veya tartıştığınız arkadaşlar gözüyle bakmamızda yarar var.

O gözle baktığımda, bugün ne anlatayım diye düşündüm, çok önemli bir gün bugün. Çünkü bir mesleğin, bir disiplinin 50. Yılı.

Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler iki ayrı eğitim kuruluşunda başladı. 1961 yılında Sosyal Hizmetler Akademisi ve 1967'de, (68'si ben yanlış yazmışım yaşam öyküme) 67'de kurulan Sosyal Çalışma Yüksek Okulu ile başladı.

Bugün size soğuk bir resmi tarih anlatmayı uygun bulmadım. Zaten soğuk resmi tarihlerden hoşlanmıyorum. "Ben Müsteşarken" diye anılarımı yazdım. O kitapta "Şunu yaptım, bunu yaptım" diye şeyler yok. "Şu kararı aldım, şunu gerçekleştirdim". Hayır! "Ben Müsteşarken"de yaşadığım ilginç olayları yazdım. Yani yaptığım işleri, başarıları değil, okura ve insanlara ilginç gelecek, olumlu ya da olumsuz olayları yazmıştım.

Şimdi burada da size kendi yaşam öyküm çizgisinde olan ilginç olayları anlatacağım.

Ama kim olduğumu şöyle vurgulayayım. Nasıl birini görmeniz gerektiğini.

Şu an karşınızda konuşan adamın ilk asistanları Profesör Sevil Atauz ve rahmetli Profesör Ünal Nalbantoğlu'dur. İkinci kuşak asistanları Profesör İbrahim Cılga'dır. Tektir galiba o. Ondan sonra üçüncü kuşak asistanları geliyor. Hamza Uygun aramızda, Sezgin Tüzün ODTÜ'den geldi.

Hamza Uygun, Ali Erkul, İnan Özer üçüncü kuşak asistanlarımdır. Hamza Uygun, Niğde Üniversitesi rektörlüğü yapmış ve rektörlüğünü bitirmiş, rektörlükten ayrılmış, bizim üniversitede yani Hacettepe'de şimdi öğretim üyesi olarak devam eden bir arkadaştır ve 3. kuşak asistanımdır.

Böyle bir birikimden gelen birisini dinleyeceksiniz.

Öykü, 1960'da başlıyor. Sosyal Hizmetler Akademisi bile kurulmadan bir yıl önce, ben Siyasal Bilgiler Fakültesi birinci sınıf öğrencisiyken başlıyor öykü. Bugün bu mikrofonla yaptığım konuşmaya kadar geliyor. Çok kısaca başımdan geçen olayları size kuş bakışı anlatacağım. Orada Sosyal Hizmetleri de göreceksiniz, Sosyal Çalışma Bölümünü de göreceksiniz. Türkiye'yi de göreceksiniz. Bu disiplini ve bu mesleği de göreceksiniz.

"Bu disiplin ve bu meslek" derken hemen bir noktaya dikkat çekmek istiyorum:

"Hizmet" adı, "Sosyal Hizmet"teki "Hizmet" adı, bir disiplin için yani bir bilimsel alan için uygun bir isim değildir. Her bilimsel alana, her disipline dayalı çeşitli hizmetler olabilir. Her hizmetin arkasında da belli disiplinler vardır. Ama bir üniversitenin akademik bir bölümünün bağlı olduğu disiplinin veya öğrettiği disiplinin "hizmet" adıyla belirlenmesi hiç uygun değil terminoloji olarak. Bu bölümün ideal adı "Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bölümü"dür.

Bunu burada altını çizerek vurguluyorum. Özellikle bölüm başkanımız ve değerli hocamız bilim insanı Vedat Bey'in dikkatini çekmek istiyorum:

Hacettepe bir öncüdür bu konuda. Çünkü sonradan Akademi ile Sosyal Çalışma bölümü Hacettepe bünyesinde birleştirildi. Bu konuda da öncülük etmesini istiyorum. Bütün Türkiye üniversitelerine yayılan bu Sosyal Hizmet bölümlerinin adlarının toptan, YÖK tarafından Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bölümü olarak değiştirilmesi şarttır.

Sosyal Çalışma; disiplini belirler, Sosyal hizmet de onun hizmet alanını belirler. Yine hemen vurgulayayım. Birazdan bölümü anlatırken göreceksiniz. Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler alanı başka alanlardan da beslenir. Esas olarak başka alanlardan beslenir. Aynen tıbbın, anatomiden, fizyolojiden, patolojiden beslendiği gibi, mikrobiyolojiden beslendiği gibi. Hep "loji", hep bilimdir onlar. Onları hepsi birleşip tıbbı besler ve tıp bir hizmet alanı olarak ortaya çıkar. Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler bakımında da Sosyoloji, Sosyal Psikoloji, Psikoloji, Ekonomi, Tarih ve Siyaset Bilimi vesaire diye gidebilir. Hatta İşletme de devreye girer. Esas olarak Sosyoloji, Psikoloji, Sosyal Psikoloji, Ekonomi ve Tarih! Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler bu beş bilimden mutlaka beslenmesi gereken bir disiplin ve bir hizmet alanıdır. Bunu hiçbir zaman unutmayınız.

Evet yıl 1960, ben Siyasal Bilgiler Fakültesi birinci sınıf öğrencisiyim, yıl sonuna doğru ilan tahtasında bir ilan gördüm. Profesör Arif Payaslıoğlu, sosyal bilimler metodoloji profesörü, (ODTÜ'de dekanlık yaptı ve o da rahmetli oldu. Adı geçenlerin çoğu rahmetli oldu. İnsan ne kadar yaşlandığını o zaman anlıyor.) bir ilan asmış, bir araştırma için bir öğrenci aranıyor diye.

Ben hemen başvurdum ve o araştırmada çalışmaya başladım. Hem para kazandım, hem de deneyim kazandım. 27 Mayıs sonrasında, Türk İş Adamlarının Davranış Biçimleri üzerine bir araştırmaydı. Büyük iş adamları ile mülakatlar yapılıyordu. Basılı mülakat şeklindeki soru kağıtlarını, gidip dolduruyorum.

Ben yalnız küçük bir fark yarattım. Size önerim, gerçekten ihtirasla bağlı olduğunuz işlerde küçük fark yaratmaya çalışın. Benim yarattığım fark şuydu. 100 kişi miydik 125 kişi miydik neydik araştırmacı, herkes gidiyor, konuşmayı yapıyor. Zaten sorular önceden belirlenmiş kapalı uçlu yanıtlar var, onları işaretliyor. Açık uçlu bir soru "Başka söylemek istediğiniz bir şey var mı" diye.

Ben her mülakatın sonuna bir de kişisel izlenim sayfası ekledim. El yazımla, bir A4 sayfaya her mülakattan sonra izlenimlerimi yazdım. Girdim şu kadın veya adam şöyle davrandı, çevresi şuydu, odası buydu, insanlar ona şöyle davranıyorlardı, o bana böyle davrandı, sorulara şöyle yanıt verdi, böyle yanıt verdi, genellikle kaçamaktı veya çok açık sözlüydü veya tavır koydu filan diye bir sayfalık bir genel izlenim.

Bu yaptığım araştırma yöneticilerinin ve Arif Bey'in dikkatini çekmiş, o çalışmanın verilerinin dökümünde ve sınıflandırılmasında da bana rol ve görev verdiler ve tabiî ki de para da verdiler.

Derken Mübeccel Kıray bir araştırma yapıyordu. O da adam arıyordu. İlk araştırmadan çıkıp kendimi gösterebilmiş olduğum için yöneticiler tarafından ona aktarıldım. Orada Türkiye çapında Amerika'nın AID programına katılanların araştırılması vardı. Ona da katıldım. Hem para kazandım hem de bunlar hep deneyim tabii.

Derken araştırma için Amerikalılar geldi bu sırada. Richard B. Scott bir antropolog. Hocalara gitmiş adam arıyor. Demişler ki Emre Kongar diye bir öğrenci var. Onla çalıştık. Mühye köyü, şimdi Ankarayla birleşti. Oran'a giderken sağa sapmayıp doğru giderseniz o köye varıyorsunuz. Onla bir araştırma yaptık. Uzun, bir-iki yıl.

Derken onla iş bitti Seewell adında bir araştırmacı daha geldi. Onla, Ayşe Öncü ve ben birlikte çalıştık. ayşe Öncü Boğaziçi Üniversitesi sosyoloji profesörüydü, şimdi Koç'a geçmiş. O sırada ODTÜ'de öğrenci ben de siyasalda, bir kız ve bir erkek, onunla çalıştık.

Son araştırma ben son sınıftayken oluyor siyasalda. 1961'de Akademi kurulmuş. Bütün bu çalışmalar sırasında ben beraber çalıştığım herkese ABD'de sosyoloji okumak istediğimi söylüyorum. O zaman Akademiden, Sosyal Çalışmadan haberim yok.

Bu arada Profesör Şerif Mardin, (o zaman doçent bile değil) de bir proje yapıyor. Ona da katılıyorum ve onunla da çalışıyorum. Ve onlara sordum ne yapayım, Amerika'ya burs alarak nasıl gidebilirim diye. Şerif Bey dedi ki, bir iki hocadan referans mektubu al, git milli kütüphaneye ABD'de çıkan sosyoloji dergilerini al, o dergideki makale yazarlarına bak, onlar içinde bölüm başkanı olanları seç, onlara ben sizin şu dergideki, şu sayıdaki makalenizi okudum çok beğendim, çok ilginç buldum, ben şuyum de. Referans mektuplarını da ekle, Amerika'da doktora yapmak istiyorum diye mektup yaz dedi. 100 tane yazarsın, birisinden kabul alırsın dedi. Ben de Arif Payaslıoğlu, Mübeccel Kıray ve Şerif Mardin'den birer mektup alıp gittim hakikaten, Journalları okudum, bölüm başkanlarına mektupları döşendim ve gerçekten de North Carolina Üniversitesi Sosyoloji bölümünden asistanlık teklifi aldım. Aylık 250 dolar o zamanın parasıyla. ABD'de enflasyondan dolayı paranın değeri 10 misli düştü hemen hemen. O zaman chevrolet otomobil 3000 dolar iken şimdi 30000 dolar.

Tam o arada Siyasalı bitirdim ve hemen evlendim, Amerika'ya gideceğim. Karımla gideceğim o da siyasal mezunu birlikte gideceğiz tabii. Ama acaba 250 dolarla geçinebilir miyiz?

Gençlikte hem bilimsel ihtiras hem aşk var. Tam o arada benle çalışan Amerikalıların arkadaşı olan başka Amerikalılar devreye girdiler ama Amerikalı olarak değil Birleşmiş Milletler temsilcisi olarak burs önerdiler. Bu Sosyal Çalışma bursunu.

O sırada BM bütün dünyada, özellikle Hindistan'da ve Türkiye'de kalkınma programları uyguluyor, kalkınma ve eğitim yardımı yapıyor. Uzmanları var. Bunlar bana geldiler , sen böyle böyle adammışsın, şöyle şöyle şeyler istiyormuşsun, sen yanlış yerdesin. Sen gideceksin şimdi sosyoloji okuyacaksın, sana Amerikan sosyolojisi öğretecekler hiçbir işe yaramayacak. Sen toplumuna yararlı olmak istemiyor musun? Social Work diye bir şey var dediler. Bu uygulamalı sosyal bilim, toplumla çalışarak onlara yardım ediyorsun. Sen bunları boş ver gel bu bursu al dediler.

Burs kaç para? 300 dolar, üstelik kitap ve araba harcamalarınız da dahil 450 dolara geldi. North Carolina'dan önerilerinin iki misline yakın. Ben hemen evet dedim. Fakat bu burs Sağlık Bakanlığı bursuymuş. O sırada Akademi kurulmuş 1961 yılında, o akademiye öğretim üyesi yetiştirmek için Sağlık Bakanlığı bu bursu ilan etmiş. Akademi Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğüne bağlı. Sema Kut, sabah konuşan hocamız, Akademinin başında.. Sema da Sosyal Hizmetler Genel Müdürü Nedim Coşkun'a bağlı. Burs Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü emrine verilmiş. Müsteşar Nusret Fişek, sonra Profesör oldu, Türkiye'de nüfus planlamasını ve nüfus araştırmalarını, Sağlık Hekimliğini, Tıpta sosyalizasyonu başlatan muhteşem bir adam. Profesyonel ve mesleki anlamda başlatan, devrimci bir adam o sırada müsteşar. Bu burs için Sağlık Bakanlığı talep istemiş, talep gelmemiş veya gelenler beğenilmemiş, bursun süresi dolmuş.

Benim hiç bunlardan haberim yok. Birleşmiş Milletler uzmanları olarak, Amerikalılar dediler ki, "Sen bir dilekçe ver sonra git Nedim Çoşkun'la konuş; biz senin adına hallederiz". Dilekçeyi verdim. Gittim Nedim Bey'e, bana bu bursun süresinin bittiğini söyledi, "Güle güle" dedi "Peki" dedim, çıktım, eve gittim.

Derken müsteşarlıktan bir telefon: "Bursu kazandınız, hazırlanın, derhal gidiyorsunuz."

Memur değilim bir şey değilim nasıl gideceğim? BM biletimi yolluyor, paramı veriyor. Nedim Coşkun dedi ki "Taahhütname vermen lazım. Gittiğinin iki misli süreyle hizmet yapman lazım" dedi. Orada kaç sene çalışırsan burada onun 2 katı kadar çalışmak zorundasın.

Ama ben akademisyen olmak istiyorum, bakanlık memuru olmam. Bir özel taahhütname yazdım. Devlette çalışmadığım takdirde, dönmediğimde, bana devletin yaptığı masrafları aynen ödeyeceğimi dair bir taahütname verdim ve gittim. Aklım sıra, devlet bana hiç maaş ödemediği ve hiç masraf yapmadığı için, onların verdiği görevi yapmazsam, ödeyeceğim bir borcum olmayacak.

University of Michigan'da okudum. Çok iyi bir okul.

Sosyal Çalışma mesleği yani Social Work ve Social Services Amerika'da esas olarak tıptan çıktı. Hekimlere yardımcı, psikiyatriye yardımcı bir meslek olarak alınmış.

Sonra Amerikalılar pragmatik adamlar, insanla çalışma yöntemlerini geliştirip, bunu grupla çalışmaya toplumla çalışmaya yaymışlar ve uzmanlaşmış okullar kurmuşlar. Bireyle çalışma konusunda çok iyi okullar var ama toplumla çalışma konusunda en iyi okul Michigan.

Zaten Birleşmiş Milletler seçti okulu. Michigan State değil, çünkü onun sadece futbol takımı iyiydi başka işe yaramaz. Bu "University of Michigan". Ciddi bir üniversite.

Orada ilk sömestr genel dersler alıyorsun sonra ihtisas derslerini sen kendin seçiyorsun. Danışmanım Dr. Roger Lind de Birleşmiş Milletlerde görev yapmış.

O sırada yıl 1964, Amerika ayakta, Vietnam savaşı karşıtı gösteriler yaygın. Öğrenciler sınıflara, üniversitelere girip oturuyorlar. Askerlik şubelerine gidiyor protesto için yerlere oturuyorlar. Buna "sit-in" deniyor. Sonra "teach-in"ler var. Teach-in'de sınıf işgal ediyor, Vietnam savaşı karşıtı nutuklar atılıyor, dersler veriliyor. Çok yaygın, bütün Amerika çapında örgütü var. İşte o örgütün genel sekreteri benim danışmanım. Dr. Roger Lind böyle bir adam.

Tesadüf işte. "Allah yapar kullar şaşar" der benim annem. Ben gittim o adamın danışmanlığında yapıyorum Master'ımı. Bana her olanağı açtı, Hangi dersi istersen veririm" dedi. Sosyoloji veriyor, toplum örgütlenmesi, toplum kalkınması ve benzeri dersler. Ben bunlara ek olarak bir de orda Psikiyatri ve Psikopatoloji aldım. Hastalıkları, manyaklıkları iyi biliyorum ve iyi analiz ediyorum. Çok işime yaradı Türkiye'ye döndüğümde.

Orayı bitirdim Türkiye'ye geldim. BM'ye uğradım dönerken. Bana "Ne yapacaksın" dediler. "Ben akademisyen olmak istiyorum" dedim. "Peki git Türkiye'de Nusret Fişek adında bir adam var. Hacettepe'de Profesör, git onu gör, orada yeni şeyler yapıyorlar" dediler.

O sırada Nusret Fişek'in müsteşar olarak beni yolladığından haberim yok. Ben başvurduğumda kapanmış olan bursu tekrar açtırıp beni yolladığının farkında değilim, tanımıyorum.

Ben geldim Hacettepe'de Nusret Bey'i gördüm ama önceden Siyasal Bilgilere gidip umudumu kesmiştim. Ben Siyasal Bilgiler mezunu olduğum için Hacettepe'de değil, Siyasal Bilgilerde asistanlık yapmak istiyordum. Önce gittim Siyasal Bilgilere, dediler ki "Kadro yok." Ne sosyoloji'de var, ne de benim girebileceğim şehircilikte. O zaman Cevat Geray, Ruşen Keleş, Fehmi Yavuz filan orada. Ben kaldım açıkta.

İşte öyle gittim Nusret Bey'in yanına. "Tamam" dedi "Tam aradığımız adamsın, gel seni İhsan Doğramacı'yla tanıştırayım." İhsan Doğramacı'yla Nusret Fişek sınıf arkadaşları. o sıralarda Hacettepe, Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi olarak Ankara Üniversitesine bağlı ikinci sağlık ve tıp bilimleri fakültesidir. Üniversite olmak istiyor, üniversite olabilmek için de sosyal bilimleri kurması lazım, sosyal bilimleri yok. Sonradan anlıyorum ki sosyal bilimleri ben kuracakmışım.

Aldı beni İhsan Beyin yanına götürdü. Doğramacı sordu: "Ne yaptın, ne okudun orada, case work mu yaptın?" dedi. "Biz case worker arıyoruz" dedi. Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesine bağlı tane Sosyal Hizmetler ve Sosyal Çalışma Yüksek Okulu kuracak ve case work yaptıracak, hekimlerle beraber çalışan sosyal hizmet uzmanı yetiştirecek. Ben "Social Work olarak toplum örgütlenmesi yaptım" dedim. İhsan Bey "O zaman bizim işimize yaramazsın, güle güle" dedi çıktım.

Ben iş aramaya başladım, ODTÜ'ye gideyim diye düşünüyorum. Derken bir gün bir telefon Nusret beyden: "Gel bakalım, bir daha konuşalım" dedi. Tekrar İhsan Doğramacı'nın yanına gittik. Doğramacı "Senin referansların çok iyi. Mübeccel Kıray, Şerif Mardin ve Arif Payaslıoğlu seni çok övdüler" dedi. Ben şaşırdım birdenbire çünkü hiç bunları konuşmamıştık.

Anlaşılan Nusret Bey arkamdan, İhsan Doğramacı'ya "Sen bu çocuğu istemedin ama referansları şunlardır" diye, referans verenleri anlatmış ve onları da uyarmış. Onlar da telefon etmişler Doğramacıya. "Bu çocuk çok iyidir, yeteneklidir, birisini alacaksan bu çocuğu al dediğini yapar." demişler.

Beni aldı Sosyal Çalışma Yüksek Okulunu kurmak üzere. Yıl 1966, alır almaz beni öğretim görevlisi yaptı (ki daha doktoram bile yok) ve iki iş birden verdi.

İlki üniversiteyi kuracaksın! Ne demek üniversiteyi kurmak: Çok basit bir şey, Tıp Fakültesi, Sağlık Bilimleri Fakültesi ve onlara bağlı birçok bölüm ve ders var. Onların hepsini öyle bir örgütleyeceksin ki onlardan bir üniversite çıkacak, bu üniversite kredi usulü ders yapacak. İlkesi de şu, bütün tıp mensupları sosyal bilim alacak, bütün sosyal bilimler birbirinden ders alacak, ilk iki yıl temel bilimler okunacak, Türkçe, İngilizce, Matematik. Bunu organize edeceksin. Müthiş bir iş. O zamanlarda kredi sistemiyle eğitim yapan tek üniversite ODTÜ. Bütün üniversitelerde, Hacettepe'nin dahil olduğu sınıf sistemi var. Sınıfı geçiyorsun ya da sınıfta kalıyorsun.

Arkadaşlar, ben bunları anlatırken fark ettim ki şimdi gerçekten tarih öncesinden geliyorum. Öykü gibi geliyor, efsane gibi geliyor size ama böyle. Bir dersten kalıyorsun 1 sene gidiyor. ODTÜ geçmiş kredili sisteme ben de Hacettepe'de onu yapacağım. Kolları sıvadık, bölümler açtım, bölümler kapattım, canım çıktı. Yıl 1967, ben 26 yaşındayım.

İkinci görev olarak, o arada Sosyal Çalışma Yüksek Okulunu da kurdum. Onun da tabii kararını çıkarttık. Doğramacı beni öğretim görevlisi yaptığı için, asistan değil doğrudan öğretim görevlisi yaptığı için doktoram olmamasına rağmen doçent ve profesör yetkileriyle Senatoya da sokuyor. Yüksek Okulu da kurdu. Müdürü de yaptı.

Elbette doktora çalışmalarıma da devam ediyorum. Bu arada İzmir'de bir araştırma yapılıyor. Şerif Mardin, Mübeccel Kıray, Nermin Abadan, o zaman Deniz Baykal Doçent, aklınıza kim gelirse, bir grup hoca ve ben. Hepimiz bağımsız olarak İzmir'in bir yönünü inceliyoruz. Beni çok seviyorlar. Doktora tezim olan "İzmir'de Kentsel Aile" bu araştırmadan çıktı. Ben hep genç öğretim üyesiydim, genç arkadaşlarıydım. Şimdi benim üçüncü kuşak asistanlarım bile emekli rektör oldular. O yüzden dikkatli dinleyin.

Önce okulu ve üniversiteyi kurduk. Bir üniversite kataloğu hazırladım, programlar tıkır tıkır işliyor. Şimdi bunun ne kadar zor bir iş olduğunu şöyle anlatacağım. Sosyal bilimleri iç içe geçiştiriyorum. Tıpçılar benden veya başka sosyal bilim hocalarından ders alıyor. (Hâlâ benim 40-50 yaşlarında doktor öğrencilerim var gelip benden ders almış.) Sosyal Çalışma'yı ben veriyorum, Sosyal Çalışmaya Giriş, Sosyal Antropoloji, Sosyolojiye Giriş gibi dersleri, tıp öğrencileri gelip, Sosyal Bilim bölümlerinden alıyor, kimya mühendisliği gelip alıyor, dişçiler alıyor, mühendisler alıyor.

Bakın bu ne kadar önemli bir örnekle anlatayım: Geçen yıl Yıldız Teknik Üniversitesi'ndeki derslerimi bıraktım, ön koşul uygulamasını beceremediklerine kızdığımdan. İki sömestir birine bağlı iki ders veriyordum biri "Sosyolojiye Giriş" öteki de "Türkiye'nin Toplumsal Yapısı". Birincisi ikincinin ön şartı olarak. Sosyolojiye Giriş alacak ki Türkiye'nin Toplumsal Yapısını anlasın. Bunu beceremedi üniversite. Bir gün bir sordum Türkiye'nin Toplumsal Yapısında, kimler birinci sömestir benden ders aldı diye, 150 kişilik sınıfta 50 kişi benden ders almamış, birinci dönemdeki dersi almamış. Endüstri devrimi diyorsun, bakıyor boş boş, kalıyor; tarım imparatorluğu diyorsun yüzüme bakıyor. Kafasında bir şey yok ki, ne olduğunu bilmiyor ki anlasın. Ona kızdım, bıraktım.

1967 yılında Sosyal Bilimler ile Tıp Fakültesi ve öteki fakülte ve bölümler arasında gerçekleştirdiğim geçişli kredili sistemi işliyordu, 2011 yılında Yıldız'da koskoca bir üniversite sosyal bilimlerde 2 ders için yapamadı. Tabi işimdi şartlar da değişti. Fazla yüklenmemek lazım. Çünkü Farabi programı var, yandan gelen var, alttan geçen var; biraz zor iş.

Evet devam edelim: Ve Sosyal Çalışma Bölümü kuruldu. Bu arada ben Amerika'ya gittiğim sırada görevde olan Nedim Coşkun halen yine genel müdür. Benim için "Bu adam gelmiyor, göreve başlamıyor, bu adamı mahkemeye verin" demiş. Ben mahkemeye verildim para ödetmek için.

Doğramacı dedi ki "Boş ver, onlar seni mahkûm ettirirlerse maaşının dörtte birine haciz gelir, ben sana buradan zam yaparım onu ödersin, benim avukatım seni savunsun". Ben de saf saf tabii dedim, onun avukatı beni savunuyor. Sonra işler tersine döndü, Doğramacı ile aram Üniversite yönetimine öğrenciler katılması konusunda bozuldu, mahkemede mahkûm oldum.

Duruşmalarda hakim dayanamamış, "Bu adam sokaktan geçerken mi alınıp burs verildi, yollandı" demiş. Avukat demiş ki "Getirsinler, maaş bordrosunu göstersinler maaş ödendiğini" Tabii böyle bir şey yok, çünkü devlet memuru değilim. Neyse davanın ileri giden noktalarında ben davayı kaybettim, hacizler geldi, anlatacağım.

Bu arada Bölümü kurduk. İki şey yapacağız. Bir, program yapacağız, iki ,asistan alacağız. Neyse programa oturdum. Demin size söylediğim anlayışla yaptım. Birinci sınıfta sadece giriş dersleri, sosyoloji, sosyal psikoloji, psikoloji, ekonomi, tarih, Türkçe filan, bir tek fark olarak Sosyal Çalışmaya Giriş'i koydum. Öyle bir şey istiyorum ki oradan çıkan, sosyolog olarak da çalışabilsin, psikolog olarak da çalışabilsin, sosyal hizmet uzmanı olarak da.

Burada önemli bir husus var. Sağlık Bakanlığı çok iyi bir şey yapmış: Mühendislere verilen teknik eleman kadrosu vermiş Sosyal Hizmet Uzmanlarına, yeni kurulan Sosyal Hizmetlere destek olabilmek için. Sosyal Hizmet Uzmanlarını teknik eleman kadrosuna koymuşlar. Her üniversite mezunu 1000 lira alıyorsa, sosyal hizmet uzmanı 1400 lira alıyordu. Hâlâ bunun kavgası sürüyor çünkü. Sosyologlar çok kızıyorlar Sosyal Hizmet Uzmanlarına. "Onlar teknik kadroda yüksek para alıyorlar ama biz alamıyoruz" diye. Her gün elektronik posta geliyordu bana.

Evet sonunda onlar kadro alamadılar ama siz de teknik eleman kadrosundan çıkarıldınız. Eee hayat, Türkiye'de işler böyle yürüyor.

Neyse biz dönelim konumuza: Sınav açtım. Asistanlık sınavı. Önce bir yazlı sınav. Yazılı sınavı 4 arkadaş geçti. Yıl 68, isimlerin 3'ünü çok iyi bileceksiniz. 4'üncüyü yani Olcay'ı bilirler mi bilmiyorum. 4 arkadaş iki kız, iki erkek. 3'ü ODTÜ'lü, bir erkek dil-tarihten. Dil Tarih'li olan şimdi Profesör oldu, Doğu Ergil. Çok ünlü bir Profesör oldu arkadaşımız, o da benim gibi gayet medyatik. Biraz görüşlerimiz farklı ama, ne yapalım! Öbürleri Sevil Atauz, Ünal Nalbantoğlu ve Olcay İmamoğlu. Olcay, ODTÜ'de hâlâ Profesör, devam ediyor herhalde. Psikoloji-sosyal psikoloji alanında çok parlak bir kızdı. 4 çocuk çok eşit gözüküyorlar. Mülakata aldım gene çok eşit gözüküyorlar. Tekrar bir daha konuştuk, sonunda yüreğim yana yana Doğu Ergil ile, Olcay'ı eledim. Çünkü iki kadro verdiler. "Dört kadro verin" dedim İhsan Doğramacı'ya, vermedi. İki kadro, o bile lütuf. Ünal ile Sevil'i aldık. İkisini de çok iyi tanıyorsunuz, çok başarılı bilim insanları oldular.

Daha eğitime henüz başlamamışız. Öğrenci alacağız o yıl. Onlara da eğitim lazım, ikisi de ODTÜ sosyolojiden mezun. Ünal Sosyoloji, Sevil Psikoloji. Bir sosyolog, bir psikolog. Canlarına okudum çeviri yaptıra yaptıra. İngilizceden Sosyal Çalışma metinleri bulup "Hadi bakalım bunları çevirin, öğrenin" diye. Fakat ne kadar parlak bir seçim yaptığımı Sevil Hanım'ın yüzüne söylemek isterim çünkü en sonunda anlatacağım süreç içerisinde birleşen Sosyal Çalışma Bölümü ile Sosyal Hizmetler Akademisi'nin doğru yere gelmesini, müdür ve bölüm başkanı olarak sağladı.

Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler'in yeri, bu disiplinin yeri ,üniversitedir, fakültedir ve akademik statüde bölümdür. 4 yılsa 4 yıl, 5 yılsa 5 yıl, bölümler neyse. Biz bunu zorunluluklardan dolayı Hacettepe'de önce Sosyal Çalışma Yüksekokulu olarak kurduk, çok kısa bir zaman sonra da Sosyal Çalışma Bölümü'ne çevirdik. Sonra da 12 Eylül'de bir tokat yiyip kapatıldık ve Sosyal Hizmetler Akademisi'ne bağlandık ve çok uzun zamandır Sosyal Hizmetler Akademisi bir bakanlığa bağlı yüksekokul iken YÖK ile üniversiteye bağlandı. Fakat Hacettepe'de de bir meslek yüksekokulu olarak devam etti, layık olunmayan bir statü. Fakat Sevil Hanım'ın okul müdürlüğü ve sonrasında bölüm başkanlığı sırasında doğru yerini bulmuş, Hacettepe'de bir fakültenin akademik bölümü olmuştur.

Doğru yer burası ve doğru isim ise Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bölümü olmalıdır. Mesleğin adı Sosyal Çalışma'dır, hizmetlerin adı ise Sosyal Hizmetler'dir. Sosyal Hizmet Bölümü yanlış, davetiyelere filan baktım, üniversitede mediko sosyal bölümleri falan var ya, onun gibi bir şey yani… Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü deyince, öğrenciler için, başvur, burs al, hizmet al gibi bir bölüm anlaşılıyor.

Ben bu yaşa geldim Allaha şükür yetişemediğim, isteyip de ulaşamadığım hiçbir nokta kalmadı. Tam tatmin olmuş bir akademisyenim. Hiç kimseden ne para beklentim var, ne pul beklentim var, ne makam beklentim var, ne siyasal beklentim var. Üniversiteyi de bıraktım, televizyondaki programa da son verildi. Gayet kendimle uzlaşmış ve yalnızca doğruları vicdani doğrularımı söyleyecek noktadayım. Onun için hiç lafımı esirgemem, kimseye de kızgınlığım, kırgınlığım yok. Hiçbir kavganın içinde de değilim. Sadece doğru düşündüğüm şeyleri söyleyeceğim. Söylüyorum ve söyleyeceğim. Ha benim söylediklerim tek ve biricik doğrular mıdır? Yanılmaz gerçekler midir? Değişmez gerçekler midir? Mutlaka yapılması gerekiyor mu? Hayır değildir. Emre Kongar olarak karşınızda gördüğünüz birikimle varabildiğim çözümleri size dürüstçe aktarıyorum o kadar. Herkesin görüşü, inancı benimki kadar, belki benimkinden daha saygın olabilir. O görüşü de dinlemenizi isterim. Art niyetim yok. Birikimlerinin getirdiği noktaları sizlere aktarıyorum, bunların da çok önemli, çok doğru olması iddiasında değilim. Doğru şeyler olması da gerekmez. Birer görüş olarak dikkatinize sunuyorum. Bu isim konusundaki önerimi böyle düşünmenizi isterim.

Derken açtık bölümü, sınav yaptık. İlk öğrenciler olarak şimdi hocanız olan Prof. İbrahim Çılga ve arkadaşları girdiler. Çok parlak öğrencilerdi. Çok yüksek puanla aldım. Bir de yeni bölüm, duyulmuş adımız filan. Asistanlıkta da öyle oldu. Mübeccel Kıraylar, Şerif Mardinler, Arif Payaslıoğlularla birlikte İzmir'de araştırma yapan genç hocayım. Bölüm açmış ve asistan arıyor. En parlak beyinler geldiler. Sevil, Ünal, Doğu ve Olcay bunların üste kalan 4 kişisidir. Kulak gazetesi çok lehime işliyor, o sırada hep iyi seçim yaptım.

Bunlar, pırıl pırıl çocuklar da öğrenci olarak geldiler, bir yıllık eğitimden sonra, dedim ki "Bölüme dönüşeceğiz, program yapacağız".

Arkadaşlar bunu çok yazdım, çok söyledim, çok çizdim, hala da yazacağım, çizeceğim de, söyleyeceğim de: Bir üniversitede hangi derslerin nasıl okutulacağı, programın ne olacağı, bir üniversitenin eğitim politikasını belirleyecek en iyi insanlar öğrencilerdir! Sebebi de gayet basit. Mezun olduktan sonra iş bulma kaygısıyla onlar yüz yüze geliyor.

Bizim gibi ununu elemiş, eleğini asmış, keyfi yerinde adamların verdiği ceberut kararların hiçbir anlamı yok. Mezun olan o çocuk yaşam kavgasına atılacak.

Dolayısıyla bunlarla oturduk, bir program yaptık, ama ortaya rezalet bir şey çıktı. 4 yıl değil 14 yıl lazım. Çünkü onların da kafası çalışıyor. Mezun olduktan sonra iş bulabilmek için, her konuda uzman olmak istiyorlar. Bir sosyoloji bölümü programı, bir psikoloji bölümü programı, artı ekonomi bölümü programı, artı bir tarih bölümü programı ve artı bir takım ilave şeyler. Öğrencilerle tersine ilişki başladı. "Bu çok ağır, bu olmaz" diyorum. Onlar ısrar ediyorlar. Neyse ondan sonra uzlaştık ve elbirliğiyle çok güzel bir program yaptık. Ondan sonra, bakın Prof. Hamza uygun, eski rektör orda oturuyor, Ünal ile Sevil'den sonra, Hamzalar, Aliler geliyor, Sezgin de o ara geldi.

Prof. İbrahim Çılga, ilk mezun asistanımız. İki parlak insan; birisi bizim öğrencimiz İbrahim Çılgan, birisi ODTÜ'den gelen Sezgin Tüzün. Sezgin o kadar parlak bir arkadaştı ki 12 Eylül'den sonra o da üniversiteden benimle beraber ayrıldı. İstanbul'da hâlâ çok başarılı çok güvenilir, Türkiye'nin en güvenilir araştırma şirketlerinden birinin başında. Prof. İbrahim Çılga zaten önünüzde. Ondan sonra üçüncü kuşak, işte Hamzalar, Aliler… Hamza rektör oldu, İnan Özer, dekan oldu Pamukkale'de, Faruk Kocacık Enstitü Müdürü oldu.

Bu çocuklarla çok uğraştım eğitimleriyle. Onlar doktora öğrencisi, ben hepsinin doktora babasıyım. Beraber çalışmalar yaptık. Temel sosyoloji tarihi çalışmaları…Onlara ödevler hazırlattım. Ondan sonra onlarla beraber Türk Toplum Bilimcileri diye iki ciltlik kitap çıkardık. Kapağa da adlarını koydum ve telif haklarını da ödedim. Şimdi o kitap piyasada yok ama yeniden basılıyor. Türk Toplum Bilimcileri adında, iki cilt bir arada kalın bir kitap ortak bir yayınımız olarak bir iki aya kadar piyasaya çıkıyor. Hala sosyoloji tarihi bakımından Türkiye'de yazılmış en iyi kitaptır arkadaşlarımızın sayesinde, bir bölümünü de ben yazdım.

İşler böyle giderken 68 öğrenci olayları ve 71 darbesi geldi. 71 darbesi 12 Eylül'ün belki bir provasıydı.

Bu arada ben tabii Hacettepe'de Doğramacı'nın, top profesörü arkadaşların tabiriyle sol koluyum. Ne dersem o oluyor, hatta tıp profesörlerinin Amerika'ya hangisi gitsin hangisi gitmesin dile bana danışıyor. O sırada doktoramı yaptım. İzmir'de o Şerif Mardinlerle falan yaptığımız araştırmada ben de bir bölümünü yaptım İzmir'de Kentsel Aile diye. Onunla bir defa çaktırılıp sonra kabul edilen bir tezle doktor oldum. O kitap yayınlandı, İzmir'de Kentsel Aile diye. Sonra Türkiye Üzerine Araştırmalar adlı kitabın içinde bir bölüm oldu, hâlâ piyasada var bilmiyorum.

Doktor olduktan sonra 12 Mart geldi. İhsan Doğramacı çok müthiş bir adam, psikolojiyi ve sosyolojiyi çok iyi bilen bir insan. Hekim zaten. Çok da cin. Üniversiteyi de öyle kurdu zaten. Sıfırdan kurdu. Devlet parasıyla kurdu. Öyle Amerikan yardımı falan laf. Biz tamamen her şeyi devletten aldık. Bir gün bana kendisi anlattı. Her gece odasında buluşuyoruz, hesap kitap ne olacak, yani para anlamında değil üniversite politikası anlamında konuşuyoruz. Bana büyük yatırım bunlar diyor. Sıhhıyedeki ana yerleşkeyi yaptık bitirdik karşıda da morfoloji binası var Ankara Üniversitesi'nin bir türlü bitmiyor. Dedi ki "Bak bizim burası sıfırda arsayken bu gene böyleydi, biz bitirdik her şeyi, kaç bina yaptık, bunlar hala iskelet halinde duruyor. Çünkü bunlar her bütçe yılı lacivertlerini giyip cumhurbaşkanına gidiyorlar, dertlerini anlatıyorlar. Cumhurbaşkanı da "Tamam tabii size yardım edelim" diyor, başbakana söylüyor, başbakan maliye bakanına söylüyor, o bilmem neye söylüyor ve kalıyor. Ben her bütçe dönemi lacivert elbiselerimi giyiyorum Maliye Bakanlığı'na gidiyorum. Bütçeye o ilk rakamı yazan ikinci mümeyyizin önüne gidiyorum ve derdimi anlatıp istediğim miktarı yazdırıyorum."

Hacettepe yasası öyle çıktı. Hacettepe yasası çıkacağı sırada tesadüfen meclisteki teksircinin babası kalp krizi geçirmişti biz onu tedavi ettik Hacettepe'de. O sayede bizim yasa tasarısı çok iyi teksir edildi. (gülüşmeler) Gayet yani genel kurula giden yasa tasarısı tam bizim istediğimiz şekilde teksir edilmiş bir yasa tasarısı olarak gitti. Zaten kulisler çok iyi yapılmış olduğundan bir oylamada şak diye hemen üniversite olduk. Doğramacı bu işleri çok iyi bilir.

Şimdi 12 Mart askeri darbesi oldu, 12 Mart olmadan, (tanığı da var, Profesör Bozkurt Güvenç buna tanıktır.) Doğramacı dedi ki "Darbe olacak, iki grup var. Biri bu Celil Gürkanlar falan 9 Martta darbe yapalım deyip de yapamayıp sonra 12 Martta tasfiye edilenler. Bir de Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ve arkadaşları. Sonunda ikinci grup olan Tağmaç ve arkadaşları tarafından hiyerarşik darbe yapıldı. Doğramacı, "İki grup var" dedi darbe yapılmadan. O hepsini öğrenmiş bize söylüyor.

Benim askerlerle hiçbir ilişkim yok. Hiçbir zaman da olmadı zaten. Çok sayıyorum çok seviyorum onları, ordu çok önemli falan ama onların disiplin yapısı ve sairesi biraz farklı bir yapıdır. Onun için hiçbir zaman onlara çok yakın olmadım. Olayları Doğramacı'dan öğreniyoruz yani, "İki grup var ben ikisiyle de temastayım, hangisi darbe yaparsa yapsın bizim işimize yarayacak" diyor bize.

Neyse birinci grup yapamadı veya yapmadı. İkinci grup yaptı. Şimdi Doğramacı bunlarla işbirliği yapacak fakat işbirliği yapmak için bir bahane lazım. Ne yapsın, bir düşman lazım, ortak düşman! insanları birleştiren en önemli şey ortak düşmandır. Biriyle ittifak kurmak istiyorsanız ortak düşman arayın. Onla ortak düşmana karşı ittifak kurabilirsiniz. Bula bula beni buldu. Üniversite'de bir tek biraz sol gözüken benim. Bir gece böyle 12 filan civarı telefon çaldı evde, açtım. O dönemdeki en yüksek mahkemenin başkanı. "Hocam, ayağınızı denk atın bugün İhsan Doğramacı sizin için Memduh Tağmaç'a Kürtçülük yapıyor dedi" haberini verdi. Ben dundum kaldım. Hani komünist dese biraz daha yakışabilir belki ama Kürtçülükle hiçbir ilişkim yok uzak yakın. Türkçülük de öyle. Kafatasçı milliyetçilik yani bir millet bir ırk veya bir mezhep ya da din adına demokrasiye karşı olan hiçbir ideolojiye yakınlığım yok. Ben milliyetçiliği demokratik çizgide algılıyorum. Herhalde bu kadar yıldır yazıp çizdiklerimden, söylediklerimden biliyorsunuzdur, tekrar söylememe gerek yok. Bu nedenle öyle bir Türkçü veya Kürtçü bir ideolojiyle uzaktan ve yakından hiçbir ilişkim yok. Biraz daha mantıklısı belki sosyal demokratlığımdan gelen sosyalist-komünist denebilir ama hayır Kürtçülük demiş.

Uzatmayayım lafı, beni çağırdı "İstifa et" dedi. "Niye" dedim. "İstifa et askere git" dedi "Askerlikten sonra ben seni yine alırım." Ya ben neden istifa edeyim, söylemiyor da bana. Ondan sonra diyecek ki bu Kürtçüydü kovdum işte falan. Neyse ben "İstifa edersem işsiz kalırım benim hayatta başka bir emelim yok akademisyenlikten başka" filan dedim.

Evinde oluyor bu konuşma. O hasta yatağında yatıyor ben de yanındayım. Çağırdı Bahçelievlerde bir evi vardı. Hâlâ var o, şimdi vakıf müzesi. "Ben peki düşüneyim" falan diye çıktım ve istifa filan etmedim.

İşte o sırada bu Sağlık Bakanlığı'na mecburi hizmet işi birdenbire devreye girdi. Başka bir şey daha: Askerliğim ertelenmiş, doktora yapıyor diye. Doğramacı bir yazı yazdı Genelkurmaya, "Bu adama artık ihtiyacımız yoktur alın bunu askere" diye ve apar topar beni piyade okuluna yolladılar.

Fakat 2 yıl süren askerlik süresinde işler değişti 1973 seçimleriyle Ecevit iktidara geldi. Bu arada Sosyal Çalışmaya gelince, önce beni bölümden aldılar ev ekonomisi bölümüne sürdüler, millet alay etti turşuculuk fakültesi diye. Tenzih ederim bu bölümü, çünkü ev ekonomisi bölümü çok ciddi bir bölüm. Ayrıca ben hemşirelere de ders verdim, ev ekonomisinde de ders verdim, fizyoterapi yüksekokulunda da ders verdim, tıp fakültesinde de ders verdim. Ben hocayım sendikalara da ders verdim, sendika başkanlarına da, işçilere de ders verdim. Yeter ki alacak olan isteyen insan olsun.

Neyse askerdeyim, nöbetteyim üstelik o gün, saat 6. Sabahın altısı. Telefon çaldı. Nöbet yerindeyim, Genelkurmayımdayım Ankara'nın göbeğinde. Daha o zaman sakıncalı yazım gelmemiş, Harita'ya yollanmamışım. (Doğramacı ihbar etmiş askere giderken, sakıncalı diye. Sonradan Genelkurmay'dan aldılar, Harita Genel Müdürlüğü'ne verdiler). Telefonu açıp, protokole göre, "Buyurun komutanım ben asteğmen Kongar" dedim, karşımda "Ben İhsan Doğramacı" diyen bir adam. Sesini tanımasam ve adetini bilmesem, beni işletiyorlar zannedeceğim. Ama biliyorum, sabahları arar hep, çünkü evde bulacak insanı. Üstelik de uykudan uyandırınca sersem oluyorsun istediğini daha iyi yaptırıyor.

Kendisi anlattı yine: Maliye bakanına gitmiş para istemeye sabahın altısında. Eşi kapıyı açmış "Uyuyor" demiş. Doğramacı da "Peki öyleyse ben şu kapı önüne yatayım, bekleyeyim" demiş. Tabii hanım, "Aman hocam buyurun" demiş, Bakanı uyandırıp kaldırmış. Bizim Hacettepe böyle kuruldu.

Sabah altı, evi aramış, bizim hanım "Nöbetçi bu gece" demiş. Arıyor beni "Emreciğim bekliyoruz!" Ecevit kurmuş hükümeti, beni bu kez lehte kullanacak!… Hiç abartı yok, milimetre abartı yok. anlattıklarımda "Ekoloji Enstitüsü kurduracağım sana" dedi.

Neyse, askerlik bitti, Hacettepe'ye döndüm. Daha doçent de değilim. Ondan sonra işte tezimi yazdm. Çok sert ve zor bir sınavdan geçtim gene. Doktorada bir defa çaktırılmıştım. Tezimi beğenmemişlerdi. Bir daha yazdım. Haklılardı, ilki biraz baştan savma olmuştu herhalde. Çaktıranlar da Nusret Fişek, Şerif Mardin falan yani, benim arkadaşlarım. Bir daha yazdık oldu. Doçentlikte Allahtan öyle bir kaza olmadı. Gene Şerif Mardin var, İbrahim Yasa var, Cavit Orhan Tütengil var, Cahit Tanyol var , Prof. Vehbi Eralp dinleyici olarak gelmiş. Canıma okudular yani. Önce sınav yaptılar sonra ders verdirdiler, neyse doçent oldum.

Doçent olunca Sosyal Çalışma Bölümü'ne döndüm ve bölüm başkanı seçildim. Bir iki yıl sonra bir başka arkadaş profesör oldu. O profesör olunca otomatikman o başkan oldu ben bıraktım başkanlığı. İşte bu arada asistanlar geldi, kitaplar yazıldı falan.

Geldik 1980'e. Fakat 1970'li yıllarda bu mecburi hizmet davasını garip bir biçimde birdenbire kaybediverdim. Haciz geldi. Maaşıma zam falan da yapılmadı. İşte, "Sen, istifa et, git" dediği dönem Doğramacı'nın. Bir formül bulduk, Danıştay'dan bir görüş alarak, para ödemesini yeniden mecburi hizmete dönüştürdük ve Hacettepe'ye naklettirdik. Bu Danıştay kararıyla mümkün oluyormuş.

Sonra ben müsteşar olunca ben bu yolu kullandım ve bir sürü insanı kurtardım Türkiye'ye kazandırdım. Sıdıka Özdil böyle geldi Türkiye'ye. Olay şu; yazı yazılıyor, Danıştay'a başvuruyorsun daha doğrusu bir kurum başvuruyor. Diyor ki "Bu adamın veya kadının hizmetleri devlet kurumu olacak bizim için çok değerlidir ve onun için bunun cezasının tekrar mecburi hizmete dönüştürülmesi ve bu mecburi hizmetin bize aktarılması "diye. İşte Hacettepe Ecevit iktidarı sırasında bana bunu yaptı. Danıştay toplandı para cezasını kaldırdı bilmem kaç ay hizmete dönüştürdü ve onu Hacettepe'ye verdi. Böylece bu işten kurtuldum.

Yıllar sonra ben de, Müsteşar olarak, Kültür Bakanlığı'nın yurtdışına yollayıp eğitim verdiği sonra da alıp münasebetsiz yerlere tayin ettiği için işe başlamamış olup da borçlu bulunan ve tabii yurtdışı olduğu için milyonlarca lira borucun altına giren ve Türkiye'ye gelemeyen insanlara aynı şeyi yaptım. Onları Türkiye'ye çağırdım, uygun olan görevler önerdim, kabul ettiler. Danıştay'a yazı yazdım ve hepsini tekrar Türkiye'ye kazandırdım Hacettepe deneyiminden öğrendiklerimle

Geldik seksene. Seksen darbesi oldu ve üniversiteleri, terörün nedeni veya sorumlusu gibi göstermeye kalktılar. Tam bir skandal.Çünkü üniversiteler terörün nedeni değil, kurbanıydı. Zaten darbeden sonra her şeyi didik didik ettiler, herkesi mahkemeye verdiler. Bir tek kişi bile terörizmden veya komünist faaliyetten mahkûm olmadı. Yoktu böyle bir şey çünkü. O sıradaki üniversite üniversiteydi. Ben Siyasal'da öğrenci olarak, Türkiye'nin en ünlü komünisti olan Sadun Aren'den ders aldım bir tek gün dersinde komünizm propagandası yaptığını duymadım. Üstelik anlattığı ders de para-bankaydı, yani kapitalist ekonominin nasıl işlediğini anlatıyordu.

Bu arada bir noktayı belirtmek isterim: Tabii iktisat eğitimi bir sosyal bilimci için çok önemli. Çünkü eğer temel bir sosyoloji temel bir psikoloji temel bir iktisat gibi bir disiplini almazsanız çok zor olur sonra işleri toparlamanız.

Ben dört farklı yaklaşım sahibi hocadan iktisat öğrendim: Aydın Yalçın Demokrat Parti yanlısı hem özel teşebbüs iktisatçısı, Besim Üstünel sosyal demokrat CHP yanlısı tam bir sosyal demokrat iktisatçısı, Sadun Aren tam bir komünist, Cahit Talas işte uluslararası, Birleşmiş Milletler temsilcisi falan. Ben hepsinden ders aldım Mülkiye'de. O sırada üniversitede propagandaya falan kimse tenezzül etmezdi zaten. Dersini anlatırdı normal bir şekilde. Weber'i de anlatır, Durkheim'i da anlatırsın, Parsons'u da anlatırsın filan.

Zaten ben Türkiye'ye dönünce objektif bilginin, Sosyoloji tarihinin eksikliğini gördüm. İlk kitaplarımdan biri benim Toplumsal Değişme Kuramları'dır. Oturdum birinci kaynaklardan Marx'ı Moskova baskısı kitaplarından İngilizce kitaplardan okuyarak, Durkheim'ı, Spenser'i falan birinci kaynaklara giderek, ayrıca ikincil kaynakları da kullanarak yaptım.

Gelelim tam kopuşa: YÖK kurulacak. Biz de Doğramacı'yla böyle aşk-nefret ilişkisi içindeyiz. Pembe dizi rejisörleri söyler bunu. Mantığı şudur; bir kız bir erkek olacak bunlar bir yakınlaşacak bir ayrılacak bir yakınlaşacak bir ayrılacak. Filmlere bakın, o da öyledir işte. Aşk başlar, gelişir, sonra birşey olur küserler, sonra tekrar birleşirler, film biter.

Bizim ilişki de ona döndü: Girişte müthiş bir aşk ilişkisi, üniversite kuruyoruz bölüm kuruyoruz. Beni hakikaten profesör yetkileriyle hatta rektör, dekan yetkileriyle kullandı ve ben bunları hiç istismar etmedim. 26-27 yaşında tıfıl bir sosyal bilimci olarak, hiçbir tıp profesörüne ukalalık etmedim. Akşam sormuş Doğramacı bana, "Şu mu gitsin bu mu gitsin Amerika'ya" diye. Ben de örneğin, "Onda iş yok bu gitsin" demişim. Ertesi gün her ikisinin karşısında düğmem ilikli, saygılı bir biçimde teması ve ilişkiyi sürdürmüşümdür. Hiçbirine de "Biz dün konuştuk, sen gidemiyorsun sen gidiyorsun" filan gibi şeyler söylemedim, yani haddimi bilmezlik hiç ama hiç yapmadım. Çünkü zaten bunlar gelip geçicidir. Ne oldum demedim ne olacağım dedim.

Neyse 80 oldu Evren ve Doğramacı YÖK'ü kuracak. Doğramacı'nın böyle zamanlarda çok ilginç bir stratejisi vardır. O da enteresan, hastalanır, beli tutulur birşey olur, grip olur, yatar. Bu defa geçmiş olsun diye aranması gerekir, "Geçmiş olsun" diyenlere de kulis yapar.

12 Martta da 12 Eylülde de aynı şey oldu. Cumhurbaşkanlığı söz konusu olduğunda yine hep yatakta. YÖK kurulacak yine yatakta. Yasa açıklanmış, yatakta olduğu için ben de geçmiş olsuna gittim Hacettepe'de yukarı kattaki odasına. Ben "Geçmiş olsun" falan dedikten sonra böyle iki eliyle elimi avuçları içine aldı, "Emre" dedi, "Sen çok büyük bir adam olacaksın." "Estağfurullah efendim" dedim, "Sayenizde işte bir şeyler yaptık, sonra kızdınız ayrıldık filan." "Yok, yok" dedi "Sen çok büyük bir adam olacaksın. Gel şu YÖK'te beraber çalışalım aynı Hacettepe'yi kurduğumuz gibi kuralım."

Şimdi biraz geri saracağım makarayı. O sırada Türkiye'nin en önemli dergilerinden biri Milliyet Sanat Dergisi, onun yönetiminde iki kişi var biri Akal Atilla öteki Zeynep Oral. Zeynep Oral da bu bizim Sevil'in çok yakın arkadaşı. Zeynep Oral benim bulunmayan adresimi telefon numaralarımı Sevil'den bulmuş, benden YÖK Yasası hakkında, YÖK Yasasını irdeleyen, eleştiren, değerlendiren bir yazı istedi. Yasa yok daha çıkmamış. Dergi de 3 gün sonra çıkacak veya onun gibi birşey. Zeynep dedi ki "Emre ben mecliste kabul edildiği anda Resmi Gazete'ye giderken Resmi Gazete'de yayınlanmadan sana yasa metnini yollayacağım, o gece otur yaz, Resmi Gazete'de yayınlandığı gün bana yolla yazıyı, ertesi gün de biz çıkacağız. Dergiyi bekletiyorum" dedi. Yasa böyle daha Resmi Gazete'ye gitmeden bana geldi. Ben o gece sabaha kadar oturdum Türkiye'de YÖK'ün yanlışlığını, kötülüğünü mutlaka ama mutlaka önlenmesi gerektiğini yazan ilk yazılı eleştiri benden gelmiştir ve Milliyet Sanat Dergisi'nde yayınlanmıştır.

O yazıyı yollamışım dergiye tam o günlerde. Onun ertesi gün falan Doğramacı'ya gitmişim. Yazı çıkmamış daha bir gün sonra çıkacak. "Gel beraber çalışalım" deyince anlattım. "Ben şu anda YÖK'ün aleyhine yazı yazdım, Milliyet Sanat'ta yarın çıkacak." dedim.

Cevabı tam Doğramcı'yı yansıtır: "Olsun bir tane de lehine yazarsın" dedi. (Gülüşmeler.) Bir slogan vardı Hacettepe'de. "It is never too late". "Hiçbir zaman çok geç değildir." Hocaya biat etmekte hiçbir zaman geç kalmazsın. Sadece hocaya biat etmekte değil dönmekte, yer değiştirmekte, parti değiştirmekte "it is never too late." "Ne olacak bir tane de lehine yazarsın." dedi. Bu kadar basit.

Neyse tabii "Hayır" dedim. Ondan sonra da "Hayırlı olsun, ama yollarımız galiba biraz ayrılacak" dedim. Korkuyorum, yine benim başımı belaya sokacak diye. "Yoook" dedi, "Sen benim başımın tacısın. Ne olacak bir gün yan yana gelir beraber çalışırız." Dedim ki; bana bir haksızlık yapmayın, korkuyorum. Çünkü hem acımasızdır hem çok cezalandırıcıdır. Doğramacı için iki türlü insan vardır; ya müttefikisin, yani ona biat edersin, ya da düşmanısın. Daha doğrusu müttefiki de yok. Ya onun emrindesin ya onun düşmanısın. Bu kadar basit.

Gene aynı konuşmada ben "Hayır" diyorum, durdu, beni ikna etmek için dedi ki "Sen, insanlara mı inanırsın ilkelere mi inanırsın?". "Valla babam bana ilkelere inanmayı öğretti" dedim. "Yoook" dedi, "İlkeler belli anlarda ne yapacağını söylemez sana. Onlar geneldir. İnsana inanacaksın. Doğru insana inanacaksın. Doğru insan ne yapıyorsa onunla beraber aynı işi yapacaksın. O başarılı olacak, sen de başarılı olacaksın. Bir kişiye boyun eğeceksin, bin kişiye emir vereceksin."

Hiç unutmam; "Bir kişiye boyun eğeceksin bin kişiye emir vereceksin!" Asılnda kendini anlatıyor: Evren'le birleşti YÖK'ü kurdu. YÖK Başkanı oldu, kendi özel üniversitesini kurdu.

Bunların bir bölümünü yazdım. Arkadaşlar bir internet sitem var; kongar.org. Bunların bir bölümü oralarda yazıldı. İsmen de arama yapılabiliyor. Orada bir arama motoru var; Hacettepe deyin yazılarım çıkıyor. Kitaplarım da var. Benim hayatım açık kitap tam anlamıyla. Şimdi beş kitap söyleyeceğim. Bunları bu söylediğim sırayla okursanız, bu anlattıklarımın çok önemli bir kısmını bulacaksınız: Yaşamın Anlamı, Kızlarıma Mektuplar, Ben Müsteşarken, Babam Oğlum Torunum, Herkesten Bir Şey Öğrendim. Bir de Hoca Efendinin Sandukası diye bir romanım var. Roman çok fantezi romanı. Romanın olumlu kahramanın adı Raşit; Reşit Emre Kongar 1941'de doğdu, olumsuz kahramanının adı Giftos Karpantiye. Googlelamayı bilirsiniz googlelayın bakalım, Giftos Karpantiye yazınca karşınıza ne çıkacak. Bir de böyle bir romanım var.

Şimdi filmi tekrar alıyoruz, yıl 80: YÖK bir tek bölümü kapattı. Bütün Türkiye'de Hacettepe Üniversitesi Sosyal Çalışma Bölümü'nü kapattı ve akademiye bağladı. Ben o arada profesör oldum. Hacettepe Senatosu toplandı ve beni profesör yaptı. Yolladılar belgeleri Bakanlığa ama evrak imzalanmıyor. Tabii o zamanlar Milli Eğitim Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın üçlü imzası lazım. Doğramacı benle matrak geçiyor. Kafeteryada görüyor, zaten görünce benim karşıma oturuyor. "Proçent ne haber?" diyor. "Proçent", "Profesör doçent" diyor!

Bölümü kapattı, bütün okulu hocaları ve öğrencileriyle birlikte Keçiören'e Sosyal Hizmetler Akademisi'ne yolladı. Ben profesör olmuşum, o sırada değerli meslektaşım Sema daha doçent bile değil yanlış hatırlamıyorsam. Doktor ama doçent bile değil. Evet doktor, doçent bile değil. Tabi o yüksekokul müdürü, benim amirim oldu. Ama kendisinin Allahı var şu anda burada yok kendisi, ama beni hiç rahatsız etmedi. Hiç saygısızlık, sevgisizlik etmedi. Ama başka bir şey yapmak zorunda kaldı. İki haftada bir çağırıyor; "Emreciğim" diyor "Bak bir yazı geldi." Yazı rektörlükten gelmiş. "Hâlâ sizin orada, sizin müessesenizde yahut yüksekokulunuzda sakalını kesmeyen, kıyafet yönetmeliğine aykırı olarak gezen öğretim üyeleri olduğunu duyuyoruz, bunu halledin" diyor. Ben de "Tamam yukarıya bana bildirdiğini söyle, yeter" diyorum, sakalımı kesmiyorum.

Ondan sonra bir gün İstanbul'da Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü töreni var. Kusura bakmayın, ünlü muamelesi görmek kolay değil. Ünlü olmak demiyorum çünkü o başka bir şey. Ünlü muamelesi gördüğüm için ortadayım. O sırada Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü töreni var 1 Şubatta. Ödül töreni İstanbul'da Aziz Nesin, Yaşar Kemal, ben falan ödül jürisindeyiz. Fotoğraflarımız çıktı törende hep birlikte.

Döndüm İstanbul'dan. Yüksel Bozer o zamanki rektör. Eve telefon etmiş karıma "Emre yarın bana gelsin" diye. Neyse gittim "Sakalını kes" diyor. "Peki keseyim" dedim. "Keser misin?" "Tabii" dedim, "Yazı yazın keseyim." "Yazı yazarsam keser misin" dedi. "Hayır" dedim, "Yazıya karşı Danıştay'a başvuracağım, hakkımı arayacağım. Sakalımın yönetmeliklere aykırı olmadığını söyleyeceğim". Çünkü yönetmelikte giyim için temiz falan diyor, benim sakalım gayet temiz (gülüşmeler). "Onu da kaybedersem bu sefer yönetmeliklerin anayasaya aykırı olduğunu savunacağım. Onu da kaybedersem keseceğim" dedim. Yani dedim "Emirle kesmem, mahkeme kararıyla keserim ve öğrencilerimi o kadar çok seviyorum ki; öğrencilerimden ayrılmamak için sakalımı değil kolumu bile keserim" dedim. Sonra da bunu Milliyet'e beyanat olarak verdim.

O sırada bir başka meslektaşımız Hürriyet Gazetesi birinci sayfasında bir gün önce "Sakal benim kişiliğimdir, asla kesmem" diye manşete çıktı. Ertesi gün yine birinci sayfada, berber koltuğunda başında rektör, berber elinde ustura, sakal kestiriyor!

Ben tam tersi, onun o beyanatı çıktığı gün ismimi vermedim ama bir öğretim üyesi Hacettepe'den diye, "Öğrencilerimi o kadar çok seviyorum ki; öğrencilerim için sakalımı değil kolumu bile keserim üniversitede kalmak için." diye beyanat verdim. Değil mi ama devlet yargıyla, yasalarla derse keserim ama emirle veya baskıyla asla.

"Peki istifa edeyim" dedim Rektöre. rahatsız oldu. İstifa etmemi stemiyor çünkü olay çıksın istemiyor. Odasından çıktım istifa edemedim, elim varmadı. Eve geldim. Ondan sonra duyulmuş tabii bizim bölümde. On üç kişi hiç unutmuyorum, 13 çalışma arkadaşım, asistanım, o gece bana geldiler. Beyler bıyıksız, hanımlar makyajsız karşıma oturdular. Böyle birbirimizle bakıştık, duygusal bir an. Gözler yaşarmış… Ondan sonra ben dayanamadım ve dedim ki "Tamam arkadaşlar tamam, istifa etmiyorum. Sizi bırakamam". Çünkü bir de doktora babalarıyım. Ondan sonra ertesi gün buluşmak üzere anlaştık. Çıktılar on üç kişi; yedi kız, altı erkek.

Geçtim aynanın karşısına, kesemedim sakalımı.

Yani oradan da öğrendim ki bir insan bir şeyi yapıp yapamayacağını yapmaya karar vermeden bilemiyor. Yapmaya karar ver bakalım yapabiliyor musun?

Çünkü çok basit, hep söylüyorum fizik profesörü olsam keserdim. Ne olacak?

Ama sosyoloji, sosyal çalışma, demokrasi, siyaset anlatacağım, modern devlet kavramını anlatacağım, sonra da baskıyla sakalımı keseceğim, olmaz!

İşte öğrencilerimin çoğu burada, bütün hocalarınız öğrencim. Derste anlatıyorum, diyorum ki "Tarım dönemi devleti ceberut devlet bitti. Otoriter rejimler bitti. Diktatörlükler yıkıldı. Artık devlet hizmetkâr devlet. Başbakanlar, başbakan adayları her seçimde karşımıza geliyorlar, en iyi hizmetkâr ben olurum, en iyi hizmet sana ben ederim. Bana onun için oy ver diyorlar. Biz de hizmetkâr seçiyoruz. Devlet bizim hizmetkârımız. Başbakan baş hizmetkarımız. Bu devlet böyle bir devlet. Demokratik devlet böyledir" diyorum, yine diyeceğim. Oradan bir öğrenci parmak kaldıracak "Peki senin şu sakal!" diyecek.

"Sakal benim eşimin egemenlik alanıdır devletin değil!" dedim ve kesemedim.

Bunlar boş ufak şeyler. Bastım istifayı ondan sonra çok bilinçli olarak. O istifadan sonra (bunu ilk defa söyleyeceğim) bölümle ve bölüm arkadaşlarımla her türlü temasımı kestim çok bilinçli olarak. Her türlü temasımı kestim ve kim nerede, ne yapıyor, bölümde ne oluyor, hiç ilgilenmedim. Çocukları korumak için. Ben kara koyun olduğum için. Çünkü unutmayın, rejim askeri rejim o dönemde.

İstanbul'a geldim. Bir okulda çoük ısrar ettikleri için kıramadım, Atatürk hakkında 10 Kasım'da bir konuşma yaptım, ihbar etmişler. Dönemin sıkıyönetim komutanı benim gibi adamı Atatürk'e hakaretten içeri attırmaya kalktı. Yani düşünün. Onun için çocuklara ve bölüme bir zarar gelmesin diye, hasara uğramasınlar diye bütün ilişkilerimi kestim. Sadece Hacettepeli olduğum ve sakaldan dolayı istifa ettiğim biliniyordu. Ne Sosyal Çalışma, ne Sosyal Hizmetler, ne Sevil, ne İbrahim, ne şu ne bu hiç… Zarar verecektim çünkü çocuklara. Yalnız bir tek arkadaşımızın yükseltilmesinde o benden yardım istediğinden çok uğraştım ama onu da ben yapamadım. O oldu, o yükseltildi ama onda ben başarılı olamadım. O bilmiyorum belki kendisi unutmuştur bile o olayları. Benim temas ettiğim kişilerden olumlu bir şey alamadım. Ona da olmuyor diyemedim, ama o profesör oldu, başardı.

Bugün bu açıdan benim tarihimde de bir dönüm noktası. İlk defa geldim ve tekrar bölümle kucaklaştık.

Keşke Hacettepe Sosyal Çalışma Bölümü, Sosyal Hizmetler Akademisi'yle bütünleşmeseydi. Keşke Sosyal Hizmetler Akademisi Ankara Üniversitesi'ne bağlı olarak bir bölüm olsaydı ve keşke Sosyal Çalışma Bölümü de Hacettepe'de devam etseydi. İki rakip bölüm, iki dost bölüm, iki farklı, aynı alanda bölüm birbiriyle tatlı bir rekabet içinde gelişseydi daha iyi olurdu, en ideal çözüm o olurdu. Ve ikisinin de adı Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bölümü olarak yani bölümün, disiplinin adı Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler olarak devam etseydi. Biri Akademi kökenli biri Sosyal Çalışma kökenli iki ayrı bölüm, biri Ankara Üniversitesi'nde biri Hacettepe Üniversitesi'nde çok çok iyi olurdu. Daha verimli olurdu.

Ama sevgili meslektaşlarımın yorulmaz savaşçılıklarıyla, akademik uğurdaki savaşçılıklarıyla bugün bu birleşme gerçekleşmiş.

Arkadaşlar demokrasilerde kahramanlık anormal birşeydir. Demokrasilerde kahramanlara, kahramanlıklara gerek yoktur. Kimseden kahramanlık beklememeliyiz. Kimse ben kahramanlık yapıyorum dememeli. Çünkü, medya patronları iktidara direnemez. Çünkü bu işi para kazanmak için yapıyorlar. Direnmesini beklemek de yanlış. Akademisyen kahramanlık, gerillacılık yapamaz. Onun işi araştırma yapmak, bilim üretmek ve ders anlatmak. Nasıl dirensin iktidara? Ne akademisyenler, ne yazarlar, ne çizerler… Hiç kimseden kahramanlık bekleme hakkımız yok.

Ama bir gruptan bir şey beklemek hakkımız var: İktidardan, demokrasiye, insan haklarına, ifade özgürlüğüne bilim özgürlüğüne saygı beklemek hakkımız var. O onların görevi.

Ama hiçbir kurum, hiçbir kişi bunlara saygısızlık eden iktidarlar karşısında tek başına dikilip kahramanlık yapma beklentisine maruz kalamaz. Buna hakkımız yok. Esas olan demokratik rejimin iktidarlar tarafından saygıyla devam ettirilmesidir.

Bu açıdan her yerde söyledim, söylemeye de devam edeceğim. Daha bugün tesadüfen uçakta bir YÖK üyesiyle beraberdim. Onun yüzüne de söyledim. YÖK yanlış bir kuruluştur. Mutlaka ve mutlaka kaldırılmalıdır.

Üniversiteler kendi yöneticilerini kendileri seçebilmelidir. Hatta daha da ileri gidiyorum, kendi akademik unvanlarını her üniversite kendi verebilmelidir. Biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz. Hangi üniversite dandik unvan veriyor, hangi üniversite canına okuyor öyle veriyor anlarız onu biz. Hangisi iyi profesördür, hangisi kötü profesördür anlarız.

Ayrıca, eğitim programlarına öğrenciler karar vermelidir. Çünkü mezun oldukları zaman onun hesabı onlardan sorulacak.

Her üniversite kendi içerisinde özerk olmalı, her üniversite kendi programını kendi yapabilmeli, her üniversite kendi öğretim üyesini kendi yükseltmeli çünkü bütün üniversitelerin sınavı mezun ettikleri öğrencinin başarısıyla zaten ölçülecektir.

Bu bölümün adının da Sosyal Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bölümü olması dileğiyle sözlerime son veriyorum. Yıllar sonra Hacettepe'de böyle güzel bir bölümün güzel beyinleriyle, genç beyinleriyle ve eski arkadaşlarımla birlikte olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Daha çok laf var, anlatacak çok şey var. Bu beş kitabı okursanız burada anlatılmayan çok daha başka şeyleri de göreceksiniz. Hepinize hayattaki en mutlu başarıları diliyorum. Saygıyla ve sevgiyle selamlıyorum.


  Bu siteden yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlak kurallarına uygun olacaktır.

Emre Kongar ile iletişim icin e-posta, site yöneticisi ile iletişim için e-posta

Son güncelleme tarihi 15 Nisan 2024

Valid HTML 4.01 Transitional