Emre Kongar'ın Resmi* İnternet Sitesi


Kitaplar

Green Bullet Makaleler

Green Bullet Articles in English

Sürekli Yazılar


 

VARLIK DERGİSİ İÇİN, 21. YÜZYILDA TÜRKİYE

KONUSUNDA SAYIN SÜREYYA EVREN’İN

SORULARINA YANITLAR

 

Emre Kongar

 

16 Eylül 1998

 

 

1. Turkiye cumhuriyeti 75. Yilini doldurdu. Bu 75 yillik cumhuriyetin en cok gunesi alsa da gene de en karanlik kalan bolgesinde; tepesinde kimler, hangi iktidar odaklari var? 'Devletci-seckinci' cephe ve 'gelenekci-liberal' cephe bolumlemenizi de dusunerek soruyorum: Turkiye Iktidarinin C. Wright Mills'in Iktidar Seckinleri'ndekine benzer bir somut cozumlemesi yapilsa ne gibi 'seckinler' kategorilerine ulasilir sizce?

1. Soruya yanıt:

Benim “devletçi-seçkinci” cephe ile “gelenekçi-liberal” cephe diye ayırdığım her iki grubun tepelerinde yer alan “yönetciler” ya da “liderler”, Mills’in “iktidar seçkinleri” dediği insanların içine girer.

Bir başka deyişle Mills’in “iktidar seçkinleri” dediği grup içinde yalnızca, benim “devletçi-seçkinci” cephe dediğim gruptaki insanlar yer almıyor.

Kitapta, her iki cephenin gelişimini açıklamak için verdiğim çizelgeye bakılırsa, Türkiye’de iktidarı, zaman zaman “devletçi-seçkincilerin” zaman zaman da “gelenekçi-liberallerin” ele geçirdiği açıkça görülür.

Osmanlı döneminde, “çağdaş sınıflaşmanın” yani sanayi devriminin gecikmesi dolayısıyla, klasik “toprak ağaları-burjuva sınıfı-işçi sınıfı” çözümlemesi, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında geçerli olamıyor.

Ben zaten bu nedenle, yani, Osmanlı-Türk toplumsal ve ekonomik değişmesinin Batı’dan farklı, çünkü gecikmiş bir süreç olmasından dolayı, ”devletçi-seçkinci” ve “gelenekçi-liberal” diye iki cephe tanımladım ve bu özgün cepheler çerçevesinde çözümleme yapmaya çalıştım.

Şimdi Mills’in “iktidar seçkinleri” kavramının, Batı demokrasilerinde, “sermaye sınıfına” yani “burjuvaziye” dayalı bir çözümleme olduğunu akılda tutarak, sizin sorunuzu “klasik sınflar” çerçevesinde yanıtlamaya çalışalım.

Türkiye Cumhuriyeti’nin “iktidar seçkinleri” zaman içinde oldukça değişiklik gösteren grupları kapsar.

Kuruluş döneminde bu seçkinler, eşraf ve ayan ile sivil ve asker bürokratlardan oluşuyordu.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Mustafa Kemal Paşa’nın çevresinde odaklaşmış olan askeri bürokrasi bu “yönetici seçkinlerin” hem ideolojik hem de siyasal çekirdeğini oluşturuyordu.

Daha sonraki yıllarda, Mustafa Kemal’in “rejimi sivilleştirme” anlayışı çerçevesinde, askeri bürokrasinin gücü azaldı. Bunun yerine politikacıların yani o dönem için, sivil bürokratların gücü arttı.

Tabii bu arada, asker ve sivil bürokrasinin, Kurtuluş Savaşını “eşraf ve ayan” ile ittifak kurarak başarmış olduğu unutulmamalı. Yani Cumhuriyetin ilk yıllarında da “eşraf ve ayan”ın gücü gözden kaçırılmamalı.

Ben kitabımda “eşraf ve ayan”a, derebeylikten burjuvaziye geçişte “ara sınıf” görevi üstlenmiş olan “güçlü ve geçici bir yapılanma” olarak bakıyorum.

Atatürk ve sonra da İsmet Paşa döneminde, asker ve sivil bürokrasi ile “ittifak” halinde “yönetici seçkinlere” katılmış olan “eşraf ve ayan” çok partili düzene geçildikten sonra, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, siyasete ağırlığını doğrudan koyuyor.

Böylece “eşraf ve ayan”ın yani “toprak ağalarının” zaten belli bir ittifak içinde iktidara yansımakta olan gücü, 1950 yılından başlayarak, siyaseti “bire bir” belirlemeye başlıyor.

1950-1960 arasında, on yıl boyunca Türkiye’yi tam yetki ile yönetmiş ve sonunda da kendisinden beklenen”demokrasiyi geliştirme” işlevi yerine, “demokrasiyi gerileten” “diktatörce tutumu” yüzünden devrilmiş olan Adnan Menderes’in bir toprak ağası olduğunu ve ayrıca Demokrat Parti’nin tüm örgütlenmesinde toprak ağalarının büyük bir ağırlık taşıdığını anımsayalım.

Aslında “iktidar seçkinleri” arasındaki rekabet “bürokratlar ile işadamları” arasında, daha 1930’lu yıllarda açığa çıkan bir kavgadır.

İsmet İnönü, Atatürk daha hayatta iken, İş Bankası çevrelerinde etkinliklerini hissettiren “işadamları” için “aferistler” tanımlamasını yapmakta ve “Devleti aferistlere yedirmeyeceğini” koridorlarda bağırarak söylemektedir.

Oysa bu aslında umutsuz bir savaştır, çünkü yeni devletin ekonomi politikası, “Devletçilik” adı altında “özel teşebbüs yaratmaya” yani kapitalizmi geliştirmeye yöneliktir.

Sanayileşmenin kapitalist yöntemle gelişmesi ise, “aferistlerle” “politikacıların” ittifakına dayalı olarak gerçekleşecektir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarında dışa bağımlı olarak filizlenmekte olan sermaye sınıfının, Kurtuluş Savaşı sonrasında da, “milliyetçilik” ve “devletçilik” ilkeleri çerçevesinde devlet eliyle desteklenmiş olmasıdır.

Bu süreç içinde bir yandan Anadolu’daki toprak ağaları yavaş yavaş sanayiye kaydırılmış, öte taraftan küçük tüccar ve esnaf, “devlet eliyle” zengin edilmiştir.

İşte 1950 yılı, bu oluşumların, yani gelişmemiş kapitalizmin “burjuva adaylarıyla” “toprak ağası kalıntılarının” “sivil bürokratlarla” ittifak halinde, Menderes’in önderliğinde, “yağma”cı bir yaklaşım içinde, Türkiye’deki “sermaye birikimini” hızla gerçekleştirmesinin ivme kazandığı tarihtir.

Aynı tarihten başlayarak, Türkiye’deki “gelenekçi-liberal” cephenin, Mills’in “iktidar seçkinleri” içindeki yerini almaya başladığını görüyoruz.

27 Mayıs müdahalesi, bu oluşuma, bir süre ara veriyor:

Üniversite gibi, TRT gibi özerk kurumların ve sendikalar gibi emekçi örgütlerinin 1961 Anayası sonrasında gelişmesi, Türkiye’deki “iktidar seçkinleri” grubunun arasına yeni simalar olarak işçileri, biliminsanlarını ve yeniden sivil ve asker bürokrasiyi sokuyor.

Fakat artık, Türkiye’deki kapitalistleşme süreci durduramayacak bir ivme kazanmıştır:

Demirel Başkanlığındaki Adalet Partisi, 1961 Anayasası’nın “iktidar seçkinleri” arasına, sermaye sınıfına getirdiği yeni ortaklardan memnun değildir. Bir yandan “Plan değil, pilav istiyoruz” sloganı ile, plansız ve vahşi yağmayı savunurken, öte yandan, “Bu Anayasa Türkiye’ye lükstür” anlayışı içinde sermaye sınıfının dolaysız denetimi ve iktidarını açıkça desteklemiştir.

1960’ların sonuna doğru, Cumhurbaşkanı emekli Orgeneral eski Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın açıklaması ile artık, ülkenin yazgısının “İmam-Hatip mezunlarına” emanet edileceği resmen belirtilmiş, Türkiye’deki demokrasi, soldaki ütopist ve anarşist eylemlerin dengelenmesi amacıyla, “Komünizme karşı toplu namazlar”, “ülkü ocakları” ve “akıncılar” gibi milliyetçi ve dinci örgütlenmelerin yasa dışı etkinliklerinin devlet eliyle desteklenmesi sonunda, bunalıma girmiştir.

1971 Muhtırası, askeri bürokrasinin artık, tümüyle sermaye sınıfı ile işbirliği halinde siyasete el koymasının bir simgesidir.

Nitekim, “milliyetçi-mukaddesatçı” bir ideoloji çerçevesinde, “sosyal uyanış, ekonomik kulkınmayı geçti, durdurulması gerekir” anlayışı ile ülkeye “bir balyoz gibi inen” 12 Mart 1971 yönetimi, kısa bir CHP-MSP ortak hükümetinin ardından, birinci ve ikinci Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kurulmasına yol açmıştır.

Böylece, Türkiye’deki “iktidar seçkinleri”, sermaye sınıfı, iktidara doğrudan el koyabilecek derecede gelişmediği için, askerlerin desteği ile belirlenmişlerdir.

12 Eylül 1980 darbesi, “Milliyetçi Cephe Hükümetleri” başarısız olunca, bu modelin yeniden asker desteği ile uygulanmasından başka birşey değildir.

Özal, doğrudan 12 Eylül’ün uzantısı biçiminde, Amerikanın ve sermaye sınıfının temsilcisi olarak, Türkiye’deki “iktidar seçkinlerini” artık tümüyle büyük sermayeye teslim etme projesinin sürekliliğinin sağlanmasında işlevsel olmuştur.

Bu model, yani “dinci ve ırkçı ideolojiyi esas alan, asker destekli sermaye sınıfı egemenliği modeli”, Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu tehdide karşı 1945’ten beri ABD’nin de desteği ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uyguladığı bir modeldir.

1990’larda Sovyetler Birliği çökünce, gerek dünyadaki soğuk savaş bağlamında, gerekse içerde, Sovyet tehdidine karşı başvurulmuş bulunan, “tarikatçı” ve çeteci” örgütlenmeler ile, devletin bunlara emanet edilmiş olması politikası, birden bire desteksiz kaldı.

Üstelik, kendilerini devletin sahibi görenler, yani bir yandan askeri bürokrasi, bir yandan sermaye sınıfı, birdenbire devletin denetiminin ellerinden gittiğini gördüler ve hem çetelere hem de tarikatçılığın gelişmesine karşı önlemler almak gereğini hissettiler.

İşte 28 Şubat 1997 milli Güvenlik Konseyi kararlarının ardında yatan gerçekler bunlardır.

Bu çerçevede, şu gerçekleri kısaca vurgulayalım:

Milli Nizam-Milli Selamet-Refah-Fazilet çizgisindeki siyasal güçlenme, yukardaki sürecin nedeni değil, sonucudur.

Yani bugünkü Fazilet, doğrudan devlet eliyle uygulanan politikalar özellkle de eğitim politikaları sonunda güçlenmiştir.

İrtica tehdidi varsa, bu tehdit, Fazilet’in varlığından değil, Faziletin gücü, bu tehdidi de oluşturan devlet politikalarından kaynaklanmaktadır.

Bugünkü çelişki bir sivil-asker çelişkisi değil, “tarikat ve çete devletinden yana olanlarla”, “demokratik hukuk devletinden yana olanların” bir çelişkisidir.

Çünkü gerek ülkeyi 28 Şubat’a getiren politikalarda, gerekse 28 Şubat’tan sonra, sivillerle askerler arasında sivillerle askerler arasında bir çelişki yoktur.

28 Şubat’a gelinmesinde doğrudan sorumluluk taşıyan ittifak 1960’larda Sunay-Demirel ikilisinin, 1980’lerde Evren-Doğramacı-Özal üçlüsünün simgelediği bir sivil-asker ittifakıdır.

Dolayısı ile, 28 Şubat’ta “tarikat ve çete devletine dur” denmesi öncesinde de sonrasında da bir “sivil-asker çelişkisi” söz konusu değildir.

Tekrar ediyorum, bugünkü temel çelişki, Türkiye’yi şeriata götürmek ve çeteler aracılığı ile yönetmek isteyenlerle, demokratik hukuk devletini geliştirmek isteyenler arasındaki çelişkidir.

Türkiye’yi gelecekte kim yönetecek?

Mills’in “iktidar seçkinleri” kimlerden oluşacak?

Benim “devletçi-seçkinci cephe” dediğim cephe ile, “gelenekçi-liberal cephe” dediğim cephe ne olacak?

Zahmet edip, kitabı okumuş olanlar bu sorunun yanıtını nasıl olsa biliyorlar ama, ben bir kez daha burada, özetleyeyim:

Türkiye’nin “iktidar seçkinleri” gelecekte, askeri bürokrasi, büyük sermaye ve Amerika Birleşik Devletleri olacak.

Pekibu durumda ne yapılabilir?

Çözüm, gelişme için desteklenecek süreçlerde yatıyor:

Yine 21. Yüzyılda Türkiye adlı kitabımı okumuş olanlar anımsayacak:

Önümüzdeki yüzyılı üç süreç belirleyecek demiştim. Ayrıntıya girmeden, onları da özetleyeyim (ama siz yine de lütfen kitabı okuma zahmetine katlanın): Küreselleşme, yağmacı kentleşme ve demokratikleşme.

İşte önümüzdeki yıllarda yağmacı kentleşmeyi ve Türkiye’nin varlığını tehdit eden küreselleşmeyi, demokratikleşme ekseninde yönlendirebilirsek, hep birlikte kurtuluruz.

Yoksa sonumuz çok karanlık gözüküyor.

 

2. Ece Ayhan bir siirinde "biz cumhuriyette hayvan gibi yasadik" diyor. Onceki soruda vurgulanan tepe-cozumlemesinin tersini burada bir taban-cozumlemesi olarak yaparsak: bu cumhuriyette kimler insan gibi yasayamadi, yasayamiyor?

2. Soruya yanıt:

Bu sorunun yanıtı, aslında, yukarda son cümlede değindiğim “Kurtuluş Reçetesini” de açıklayacak.

Ama, önce hemen, sorunuzun çağrıştırdığı bir başka konuya değineyim:

Ben sanatta ve edebiyatta “insanın hayvan yanını vurgulayan” kaba, “grotesk anlatımları” pek sevmem. Çünkü sanat ve edebiyat benim için, esas olarak güzelliktir, inceliktir, zarafettir.

Bu nedenle, Ece Ayhan’ın bazı dizelerinden çok büyük bir haz aldığımı da söyleyemem.

Gelelim, sizin sorunuzun yanıtına: Cumhuriyet’te, pek doğal olarak, altıyüz yıllık bir İmparatorluğun “kul” ve “reaya” düzeninden, yani bir anlamda kölelikten, vatandaşlığa geçemeyenler insan gibi yaşamadı, yaşamıyor, ve de yaşamayacak.

Şimdi asıl soru şu tabii: Bu, toprağa bağımlı kölelikten, kulluktan, vatandaşlığa geçemeyişin sorumlusu kim?

Bu sorunun yanıtı da açık: Sorumlular, yasaların, siyasal sistem ve rejim karşısında eşit kıldığı insanların bilinçlenmesini önleyen, engelleyen, düzen ve bu düzenin “iktidar seçkinleri”dir.

Şimdi biraz daha somut konuşalım:

Cumhuriyet’in getirdiği “vatandaşlık” bilincinin ve olanaklarının gelişmesini engelleyenler, Köy Enstitülerini kapatanlardır; dini siyasete alet ederek, ezanı tekrar Arapçaya çevirenler, tarikat şeyhlerinin elini öperek, halkın uyanmasını mukaddes inançlar aracılığı ile engelleyenlerdir; özerk üniversiteleri yok edenlerdir, basın özgürlüğünü kısıtlayanlardır, emekçi örgütlenmelerini, sendikacılığın gelişmesini durduranlardır.

Günümüze gelip, bu somut örnekleri çoğaltalım: Halkımızın insan gibi yaşamasını engelleyenler, din gibi, milliyet gibi mukaddes değerleri, çete oluşumlarının ideolojik tabanı yapanlardır; faili meçhul cinayetleri teşvik edenlerdir; şeffaf devleti bir yana bırakarak, hukuk devletini yadsıyarak, kafalarındaki çözümleri, gizli örgütler ve operasyonlar aracılığı ile topluma dayatanlardır.

Peki bu durumda ne yapcağız?

Yasaların ve rejimin, “bir adam bir oy ilkesi” uyarınca, hepimize tanıdığı hakları sonuna kadar kullanacağız.

İşin ilginç yanı Türkiye’deki sorun, Batı’daki oluşumun tersine, yasaların bireylere siyasal sisteme katılma hakkı verdiği halde, insanların bunu etkin olarak kullanamamasından, yani, kulluktan vatandaşlığa geçememesinden kaynaklanır.

Bir başka deyişle, Türkiye’deki sorun, yasal olmaktan çok bir eğitim sorunu, bir bilinç sorunu, bir örgütlenme sorunudur.

Mustafa Kemal Atatürk’ten beri, Osmanlı’nın kaçırdığı Aydınlanma ve Sanayileşme devrimlerini yakalamaya çalışan Türkiye’de reformlar hep tepeden geldiği için tabanda, bir bilinçlenme, bir örgütlenme ve bir eğitim sorunu, hâ lâ yaşanmaktadır.

Bu nedenle çözüm de, tabandaki bireylerin, yani seçmenlerin, kulluktan vatandaşlığa geçmeleri ile olacaktır.

Sorunuzun net ve kaba yanıtı, 75 yıl sonra Cumhuriyet’in hâ lâ , bireyleri, kulluktan vatandaşlığa geçiremediği; bugünkü kavganın, demokratik hukuk devletini işletmek için, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini geliştirmek ve kullandırmak savaşı olduğu biçimindedir.

Birinci soruya verdiğim yanıt çerçevesinde, 21. Yüzyılda bu sorunların da süreceğini belitmek bir kehanet sayılmamalıdır.

Eğer, üç büyük süreçten “küreselleşme”, “yağmacı kentleşme” ile bütünleşirse, Türkiye uluslararası sermayenin de bu yağmaya katılmasıyla, Sevr’in yeniden gündeme gelmesini yaşayacak ve yok olacaktır.

Buna karşılık, üç büyük süreçten biri olan “demokratikleşme”, hem “küreselleşmenin” hem de “yağmacı ketleşmenin” denetlenmesinde ve yönlendirilmesinde kullanılabilirse, Türkiye 21. Yüzyılda düzlüğe çıkacaktır.

 

3. Tum bu cercevede; bu cumhuriyetin tarihini kimler yazdi, yaziyor? Merkez tarafindan dagitilan rollerle merkezde yazilan tarihin disina cikilabildi mi? Cumhuriyetin tarihyazimini nasil yorumluyorsunuz?

3. Soruya yanıt:

Cumhuriyet’in iki türlü tarihi yazılmıştır, ikisi de eksiktir:

Birinci olarak, “Cumhuriyeti kuranların” yazdığı bir tarih vardır.

Bu tarih, hem belgelere dayanarak “devrimi” anlatmakta, hem de “devrimi” ideolojik olarak savunmaktadır.

Bu tarih hiç kuşkusuz, olayların temelini, omurgasını belirlemede son derece gerekli ve yararlıdır, ama tümüyle yeterli değildir, çünkü bir devrimin, öteki tarafını yeterince yansıtamamaktadır.

Kısaca “devrimci tarih anlayışı” diyebileceğimiz bu yaklaşım, “devrimi” savunma ve yerleştirme amacına yöneliktir ve bu nedenle, bazı eksiklerinin olduğu açıktır.

İkinci olarak, bu resmi tarihe karşı çıkan bir tarih yazımı söz konusudur

Bu yazımda da iki türlü yaklaşım söz konusudur: Kısaca “karşı devrimci tarih anlayışı” diyebileceğimiz bu yaklaşımda ilk olarak Mustafa Kemal’e ya da Cumhuriyet’e karşı olanların anı ve düşünceleri vardır.

Hiç kuşkusuz, nesnel olduğu sürece bu anılar da tarih yazımı açısından büyük bir değer taşır.

Karşı devrimci tarih” anlayışının ikinci şekli ise yoğun bir biçimde “ideolojik saptırma” ile sakatlanmış bir yaklaşımdır.

Bu yaklaşımda gerçeklerin değiştirilmesi, kimi insanların yanlış olarak aklanması, kimlerinin ise haksız yere karalanması ve olayların saptırılması esastır.

Bu yaklaşımda, örneğin, Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya, “ayaklansın ve Kurtuluş Savaşını başlatsın” diye yolladığı gibi, yarısı doğru yarısı yanlış yargılar yer almaktadır.

Bu örnekte, Vahdettin’in Mustafa Kemal’i Anadolu’ya yolladığı doğrudur, ama Padişah, O’nu “ayaklansın” diye değil, tam tersine, “İngilizlere karşı olan direnişi kırsın” diye Anadolu’ya yollamaktadır; yani yargının ikinci bölümü tarihi tümüyle ters ve yanlış olarak aktarmaktadır.

Sonuç olarak, gerçek tarihin, hem “devrimci” hem de “karşı devrimci” kaynaklardan yararlanılarak yazılacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Nitekim, ben 21. Yüzyılda Türkiye adlı kitabımda, acizane, bu yönde bir çaba sarfettim.

Pek doğal olarak çok eksiğim vardır ama, tarihsel gerçeklere ulaşmak için sadeece “devrimci” değil, “karşı devrimci” kaynakların da hemen hemen hepsini okudum ve gerçeklere uygun olan bazılarını da kitabımda kullandım.

Bu arada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim:

Resmi tarihi yazanlar, yani “devrimci tarih” yaklaşımını benimseyenler, pek çok eksiklerine ve ideolojik açıdan tarafgirliklerine karşın, yine de “karşı devrimci” yaklaşımla tarih yazanlardan daha gerçekçi ve daha bilimsel bir tarih ortaya koymuşlar.

Bu çerçevede Turgut Özakman’ın yazdığı, Vahidettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, Yalanlar, Yanlışlar, Yutturmacalar adlı kitabın çok önemli bir kaynak olduğunu belirtmeliyim.

 

4. Kaba bir soru: sizce Turkiye Iktidarinin ideolojisi nedir? Nedense "Turkiye cumhuriyeti 75. Yilini doldurdu" yazinca aklima olduruldukten sonra ici doldurulmus vahsi bir hayvan (bir zoon politikon - bir politik hayvan) imgesi geldi. Sanki doldurulmus vahsi ve ender bulunan (politik) hayvanlar biriktiren bir padisahin ozel koleksiyonundaki ilginc bir parcadan sozediliyor…Acaba Susurluk kamyonunun arkasinda "omur biter padisahlar bitmez" mi yaziyordu?

4. Soruya yanıt:

Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin “kurulduktan sonra içinin dodurulduğu” yargısı kesinlikle doğrudur ve bence bugün yaşadığımıız tüm sorunların temelinde de “Türkiye Cumhuriyeti’nde, tarihin tersten yazılması” olayı yatmaktadır.

Önce “içinin, kurulduktan sonra doldurulmuş olması”nı açıklayayım:

Osmanlı İmparatorluğu, kitabımda uzun uzun açıklamaya çalıştığım nedenlerden dolayı aydınlanma ve sanayileşme devrimlerini kaçırınca, Avrupa karşısında tüm gücünü yitirmiş, ekonomik çöküntünün kaçınılmaz sonucu olarak askeri yenilgilere ve toprak kaybına uğramaya başlamıştır.

İmpapartorluğun gerçek çöküşü, Birinci Dünya Savaşı’nı yitirdiğinde imzaladığı Sevr ile değil, borçlarını ödeyemediği için, alacaklı ülkelerin, halktan doğrudan vergi toplayıp borçlarını tahsil etmek için 1881 yılında kurdukları “Düyunu Umumiye İdaresi” ile simgelenir. Sevr, bu çöküşün sadece sonucudur.

İşte, aydınlanmayı ve sanayileşmeyi beceremediği için çöken İmparatorluğun, yıllardır her girdiği savaşta yenilmesinin altında, bu ekonomik güçsüzlüğü ve bunun sonunda da Batı’nın yarı sömürgesi haline gelişi yatar.

Bu açıdan Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi ve bunun sonucu olarak imzaladığı Sevr andlaşması, tarihin akışı açısındannormal” bir sonuçtur.

Tarihin akışına ters olan, “anormal” nitelik taşıyan oluşum, böylesine çökmüş bir İmparatorluk’tan bir “Kurtuluş Savaşı Zaferini” çıkarabilmek ve belki daha da zoru, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel koşullar hazır olmadan, çağdaş bir “ulus-devlet” yaratabilmektir.

Kitapta uzun uzun anlattığım için burada ayrıca üzerinde durmayacağım “Kurtuluş Savaşı” ve “Mustafa Kemal” olayı, eğer Yirminci Yüzyılın gerçeği olan “ulus-devlet” olgusunu yakalamış ve hiçbir koşul hazır olmadan, 75 yıl sonra bile yaşayan bir örnek halindeki Türkiye Cumhuriyeti deneyimini insanlık tarihine eklememiş olsaydı, belki, basit bir “kahramanlık” olayı olarak tarihteki yerini alabilirdi.

Oysa, kendi içinde evrimleşememiş, bu nedenle de yıkılarak bütün öteki imparatorluklar ile birlikte tarih sahnesinden çekilmiş ve ayrıca düşman tarafından işgal edilmiş bir durumda olan dinsel-geleneksel-feodal-kozmopolit bir tarım İmparatorluğundan, fabrikası, sermaye birikimi, ulusal kültürü olmayan topraklar üzerinde bir “ulus-devlet” kurabilmek, ancak, “savaşta kazanılan zaferin içinin sonradan doldurulması” ile olanaklıydı.

Sizin sorunuz, “iktidarın ideolojisi nedir?” biçimindeydi.

Buna yanıt verebilmek için, önce “kuruluş ideolojisini” görmek gerekir diye düşünüyorum.

Türkiye Cumhuriyeti’nin “kuruluş ideolojisi” batı türü bir “ulus-devlet” yaratmaktır. Bu ideolojinin günümüzdeki yansıması, “demokratik hukuk devleti”dir.

Fakat, günümüzün “demokratik hukuk devleti” Batı’da, aydınlanma ve sanayi devrimleri sonrasındaki oluşumlara, yani sermaye birikimine, milliyetçiliğin gelişimine, laikliğin ortaya çıkmasına ve doğal olarak, sermaye sınıfı ile işçi sınıfının güçlenmesi sonucu yerleşmesi yıllar alan demokrasiye, bağlı olarak ortaya çıkmıştı.

Simgesel olarak, bütün bunlar, “fabrikanın ortaya çıkmasıyla” yaşama geçirilen değişmelerdi.

Osmanlı’da bunların hiçbiri gerçekleşmemişti.

Mustafa Kemal ve arkadaşları, Osmanlı’nın zaten cılız olan birikiminin, savaşlar sonunda tümüyle yokolmuş mirası üzerine oturmuşlardı.

Yani ellerinde “ulus-devleti” kuracak ne bir fabrika, ne de bu fabrikanın sonucu olan, milliyetçilik, laiklik, demokrasi gibi kurum ve kültürler vardı.

İşte bu çerçevede, Batı uygarlığının bir kaç yüzyıl süren gelişme ve değişmelerini yakalamak, gelişmiş ülkelerle arayı kapatmak için bir takım kısa yollar düşünüldü ve bu kısa yollar, “Altı Ok” biçiminde formüle edilerek, Cumhuriyet’in “kururcu ideolojisi” niteliği kazandı.

Sermaye sınıfı gelişmediğinden, sermaye birikiminin eksikliğini kapatmak için “devletçilik”, milliyetçilik akımları, İmparatorluk döneminde yeterince gelişmediği için, milliyetçilik anlayışının yokluğunu telafi etmek amacıyla “milliyetçilik”, aydınlanma devriminin eksikliğini gidermek için “laiklik”, demokratik oluşumları tepeden inme yakalayabilmek için, “cumhuriyetçilik” ve “halkçılık”, bütün bu kısa yolları simgelemek için de “devrimcilik” ilkeleri formüle edildi.

Bütün bu ilkeler birarada, “batı türü bir demokrasi” yani bir “ulus-devlet” yaratmak için, hem “anti-emperyalist” hem de “batılı” bir yaklaşımı yansıtıyordu.

Kuruluş döneminin bu ideolojisine, iki büyük karşıtlık vardı:

Birinci olarak eski İmparatorluğun özlemini çekenler, bir “şeriat devleti” çerçevesinde bu yeni cmuhuriyetin ideolojisine karşı çıkıyorlardı.

İkinci olarak da Sovyet modelini Türkiye’de uygulamak isteyenler, “proleterya diktatörlüğü” adına yeni devletin ideolojisine karşıydılar.

“Şeriatçılarla” “komünistler” arasındaki bu ideolojik nitelikli “ortak amaç birliği”, “düşmanınım düşmanı dostumdur” anlayışı ile, günümüze kadar “Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı biçiminde” geldi.

Sanayileşme, önce 1930 planı ile, sonra, 1950’de yine devlet eliyle özel kesimin desteklenmesi sonunda başladı.

Kırdan kentlere göç, kapitalistleşme ve kentleşme toplumsal yapıya egemen oldu.

Bu çerçevede, yeni güçlenen kapitalist sınıflarla, bürokratların sivil ve asker kesimlerinin bütünleşmesi hem ekonomik hem de ideolojik planda ortaya çıktı.

Kitabımda “altı ok”un bu çerçevede, yani sınıfsal değişme ve gelişme ortamında ne biçimde değiştiğini ve geliştiğini uzun uzun anlattım.

Burada sadece bir başka önemli değişkenin, “dış ogenin” üzerinde durmak istiyorum:

1945 yılından itibaren, dünyadaki “soğuk savaş” ve Sovyetler Birliği’nin boğazlarda üs ve ortak savunma istekleri ile Doğu illerimiz üzerindeki toprak arzuları, Türkiye’yi ideolojik bakımdan içerde “anti-komünist” bir yaklaşıma ve dünyada da Amerika Birleşik Devletlerinin kayıtsız koşulsuz ittifakına itti.

1945’den itibaren, Köy Enstitülerinin kapatılması ile başlayan süreç, sonunda İmam-Hatiplerin temel eğitim okulu haline getirilmeleriyle doruğa ulaştı.

İşte bu dönemde, “Demokratik -Hukuk Devleti” ideolojisi de yerini, milli ve mukaddes duyguların istismarı ile “milliyetçi-mukaddesatçı” çizgide “Türk-İslam” sentezine bıraktı.

Önce 12 Mart, sonra Birinci ve İkinci Milliyetçi Cephe Hükümetleri ve en sonunda da 12 Eylül ve Özal, artık, “Türk-İslam” sentezi çizgisinde, vahşi kapitalist sömürünün ve “yağma kültürünün” “çete ve tarikat devleti yapısı” altında gelişmesinin dönüm noktalarını simgeleyen tarih ve oluşumlardır.

28 Şubat 1997, Sovyetler Birliği yıkıldığı için, “Türk-İslam sentezi” ideolojisinin işlevsiz kalması sonunda, devlet tarafından kurulan ve desteklenen çetelerin ve tarikat ilişkilerinin yerine, yeniden “Demokratik Hukuk Devleti” ideolojisinin ikamesi ve eğitim sürecinin de buna göre yeniden gözden geçirilmeye başlanmasının tarihidir.

Bu çerçevede “Susurluk” olayının deterministik değil, raslantısal, yani devletin iradesi sonunda araştırılarak değil, kaza eseri ortaya çıkan bir olay olduğu hatırlanmalıdır.

Bu nedenle “Susurluk”, yukarda açıklamaya çalıştığım, “tarikat ve çete devleti” ideolojisinin ve uygulamasının “kaza eseri kamuoyuna yansıyan” somut bir belirtisi olarak algılanmalıdır.

Bu arada, çete devletine karşı ilk somut savaş belirtisinin, Akın Birdal suikastının aydınlatılması olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuç olarak, “ömür biter, ama demokrasi savaşımı bitmez” demek daha doğru olur gibi geliyor bana.


  Bu siteden yapılacak alıntılarda kaynak gösterilmesi ahlak kurallarına uygun olacaktır.

Emre Kongar ile iletişim icin e-posta, site yöneticisi ile iletişim için e-posta

Son güncelleme tarihi 22 Nisan 2024

Valid HTML 4.01 Transitional